Bu röportaj, Aydın Ilgaz’ı kaybetmeden kısa bir süre önce bu sayımız için gerçekleştirilmiştir ve Ilgaz’ın yatılı okul deneyimleri, babası Rıfat Ilgaz ve Hababam Sınıfı’nı konu almaktadır.
Nurcan Demir: Aydın hocam, öncelikle Sözelti Çocuk ve Gençlik Edebiyat Dergisi olarak bizleri kırmayıp bizlerle görüşmeyi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz. Dergimizin Aralık 2022 sayısında “yatılılık kültürü”nü ele alıyoruz. Sizin de hayatınızda yatılılık olgusunun büyük bir yer kapladığını biliyoruz. Yatılılıkla ilgili tecrübelerinizi ve anılarınızı sizden dinlemeyi çok isteriz.
Aydın Ilgaz: Öncelikle kendimi anlatayım. Annem öğretmendi ve tayinini Ankara’ya yaptırmak istiyordu. Kendisi önce Pertevniyal Lisesinde, sonra Yenikapı Ortaokulundaydı. Büyükannem Ankara’da olduğu için onların yanına gitmeyi düşündük. O zamanlar İstanbul’un şartları oldukça zordu; ekmek karneyle veriliyordu, daha bir sürü sebepten ötürü bu kararı almak zorunda kaldık. Fakat tayini olmadığı için annem sık sık Ankara’ya gidiyordu. Bu yüzden beni üçüncü sınıfın başında gidip gelme sorunu olmasın diye ve oradaki bir arkadaşı da “Gelsin, benle birlikte olsun.” dediği için Küçüksu Pansiyonlu İlkokuluna aldırdı. Böylece ben bu okulda öğrenim görmeye başladım. Annem Ankara’ya gitti geldi. Ondan sonraki sene Göztepe Pansiyonlu İlkokuluna geçtim. Sonrasında bu süreç bu şekilde devam etti ve beşinci sınıfın sonuna kadar altı tane okul değiştirdim. Lise eğitimime Kabataş Erkek Lisesinde başladım. O sırada da deneme liseleri için annem Amerika’ya gitti geldi. Türkiye’de de devamlı toplantılar oluyor, okulda başka öğretmenlerle deneme liseleri üzerinde çalışıyordu. O dönemde biz Kuzguncuk’ta oturuyorduk ve okula gidip gelmesi zor olduğundan gündüzlüden yatılıya dönmek zorunda kaldım. Üç sene orada yatılı okudum. O kadar komikti ki evimiz, Boğaz’ın karşı yakasındaki Kuzguncuk’ta okulun tam karşısındaydı. Ben yatakhanede ışıkları yakıp söndürürken kız kardeşim de evde yakıp söndürüyordu. Diğer taraftan okulda bildiklerimi ve duyduklarımı da babama anlattığım için onun Hababam Sınıfı’nda yazdıklarının bir kısmı da benim anılarımdır. Aslına bakarsanız yatılı okumak benim için bir nevî mecburiyetti ama ondan zevk almasını da bildim. Lisede böyle bir eğitimden geçtim, sonrasında Amerika’ya gittim. Orada da evden uzak kaldım, bir bakıma o da bir yatılılık hikâyesiydi. İşte benim geçmişim böyle.
Nurcan Demir: Yatılı okula başladığınızda takriben dokuz yaşındaymışsınız. Okula gidişinizi, okulda geçirdiğiniz ilk günü ve evinizden, ailenizden uzakta geçirdiğiniz ilk geceyi hatırlıyor musunuz?
Aydın Ilgaz: Aslında yatılı okul, yurt dışına gitmek gibi bir şeydi benim için. Örneğin, Göztepe Pansiyonlu İlkokulunda okurken “Okula bavulla eşyalarını getir.” demişlerdi. O zaman deriyle tahta bavul arasında pek fark yoktu. Tesadüfen bizde de büyükçe bir tahta bavul vardı, içine eşyalarımı koydum, götürdüm okula. Daha bavulu görür görmez diğer sınıf arkadaşlarım ve okul arkadaşlarım asker bavuluyla geldi diye benimle dalga geçtiler. O yüzden, utancımdan bavulu açamadım. Annem bavulun içine meyve koymuştu, dolayısıyla iç çamaşırlarım ve yedek çamaşırlarım ayvayla birlikte küflenmişti. Yani o kadar gözaltında kalıyorsunuz ki… O yaşta yatılı çocuklar çeşitli sosyal çevrelerden geliyorlar. Okulda varlıklı ailelerden, varlıksız ailelerden, ailedeki sıkıntılardan, mecburen gelenler var; benim gibi daha iyi olur diye gelenler de var. Her kesimden çocuk bir arada… O zamanlar en büyük sorun evde kaloriferin olmayışı, yemeğin hazır olmayışı, evde birinin olmayışı… Tabi yatılı okullar o zamanlar şimdiki gibi itici değildi. Bilhassa, cumhuriyetin başından beri yatılı bölge okulları, yatılı okullar, öğretmen okulları yatılı öğrenim kurumları oldukları için yatılı okul yaygındı ve kötü bir şey değildi. Elbette mecburen gidiliyordu ama iyi kurumlardı. Mesela Anadolu’dan Kabataş’a gelen arkadaşlarımın hepsi daha iyi eğitim almak için Kabataş Erkek Lisesini kazanmışlardı. İçimizde daimî olanlar vardı, hafta sonları akrabalarına çıkanlar vardı. Diğer taraftan Galatasaray’da, Kabataş Erkek Lisesinde, İstanbul Erkek Lisesinde, Haydarpaşa Erkek Lisesinde okuduğunuz zaman imtiyaz sahibi oluyordunuz. Bunlar İstanbul’un sayılı ve önemsenen okullarıydı, üniversiteye girerken sorun yaşamıyordunuz. O zamanlar, bugünkü gibi sistem de dejenere değildi. Yani Kabataş’ı veya İstanbul Erkek Lisesini bitirirseniz üniversitede rahatlıkla istediğiniz alana girebilirdiniz. Ama sonradan uyduruk derece usulleri, not ortalaması gibi handikaplar konunca iyice altüst oldu eğitim sistemi. Ben Kabataş’ta okurken St. Benoit gibi yabancı okullara bizim gibiler gitmezdi, daha çok gayrimüslimlerin çocukları tercih ederdi oraları. Çünkü biraz da esprisine rahibelerin ve papazların da olduğu okuldu oralar. O yüzden devletin yatılı okulları çok değerliydi. Mesela benim okuduğum Kabataş Lisesi muazzamdı. Zaten Beşiktaş sırasında eski binaların hepsi Osmanlı’nın valideleri ve eşleri için yaptırılmış küçük saraylardı.
Kandilli Kız Lisesinde annem müdür muaviniyken orası da yatılıydı ve annem hafta sonları bizi götürürdü. Kandilli’ye yurtdışından mesela Bulgaristan’dan, Yunanistan’dan kızlar gelirdi. O yıllarda iyi ve başarılı kızların çoğu tıp fakültesine giderdi. Mesela Türkan Saylan, her ne kadar Kandilli’de okumasa da hafta sonları oraya ders çalışmaya gelirdi. Türkan Saylan’la burada bir diyalogumuz olmuştu, bana İngilizce öğretirdi. O lisedeydi, ben ortaokuldaydım o sıralar. Sonra yurtdışına gidip geldikten sonra da o çevreden kazandığım dostluklar sürdü. Yani kız erkek ilişkileri şimdilerdeki gibi fazla gündemde olmayan daha çok saygıya dayanan ilişkilerdi. Baktığınız zaman yatılı dönemlerime ait hep olumlu şeyleri hatırlıyorum, hiç olumsuz bir şey görmedim. Oysa şimdi yatılı okullar tam bir keşmekeş içinde. Bir de özel okulların çoğalmasının getirdiği dezavantajlar da var. Ben bir öğretmen ailesinin içindeydim; annem, ablam, kız kardeşim hepsi öğretmendi benim. Düşünüyorum da o zaman öğretmen ve öğrenci arasında bir saygı vardı. Oysa şimdi tam tersi, hatta özel okullarda aman öğrenciyi kızdırmayın mantığı hüküm sürüyor maalesef. Mesela konferansa gittiğim bir okulda eskiden devlet okulunda müdürlük de yapmış bir öğretmen arkadaşımla dertleşirken okul sahibi seslendi “Hoca Hanım bir gelir misiniz?” diye. Konuşma esnasında “Bak bu okulda, bu öğrencilere dünya kadar para ödüyorlar. Sen Uludağ’da tatile gittiler diye altı tane öğrenciyi suçlamışsın, bak her biri elli bin liradan, üç yüz bin lira para yapar. Senin gibi dört tane öğretmenin maaşı çıkar, haddini bil.” diyerek fırçalamış. Arkadaşım da vaziyeti gelip bana anlatmıştı. Günümüzün koşullarıyla kıyaslandığında, o dönemde öğretmene kıymet verilirdi, eğitim öncelikliydi ve yatılı okumak birçok açıdan çok önemliydi. Ben de hafta sonları evci çıkmama rağmen yatılılığın zevkini yaşıyordum. Hatta bazı arkadaşlarım okuldan izin alıp bazı hafta sonları bizde kalıyorlardı. Aralarında Diyarbakırlı, Muşlu bir sürü arkadaşım vardı. Biz açıkçası insan olarak birbirimizle daha çok kaynaştık. O yüzden ben yatılı okumanın gerçekten hele bu ülkede hatta şu günlerde belki daha doğru olduğuna inanıyorum çünkü birçok evde ya hazır yemek yiyen yahut da fastfood dediğimiz sistemle beslenen çocuklar var. Bir de son dönemde ne yazık ki internetten eğitim yapılmaya başlandı.
Nurcan Demir: Bu söylediklerinizden sizin dönemle kıyasladığınızda şu andaki eğitim sistemini yetersiz bulduğunuz sonucuna varıyorum.
Aydın Ilgaz: Tabi, tabi…. Kabataş Lisesinde aldığım dersleri Amerika’da bir televizyon röportajında anlattığım zaman adamların ağzı açık kalmıştı. Örneğin; biz Kabataş Erkek Lisesinde cebir, geometri, kimya, biyoloji, felsefe, mantık, astronomi gibi çok çeşitli dersler alıyorduk. O dönemde Şerafettin Bey diye bir öğretmenimiz vardı. Hem cebir hem geometri öğretirdi hem de kitabı vardı. Astronomi dersi de anlatırdı. Askerlik, el işi dersi, İstanbul gibi yerde tarım dersi alırdık. Biyoloji dersini çizimlerle ayrıntılı olarak işlerdik. Tüm bunları Amerika’da anlattığım zaman herkes bu kaliteye hayran kalmıştı. Yabancı dilimiz İngilizce ve Almancaydı. Bunun yanı sıra resim ve müzik derslerimiz de vardı elbette.
Nurcan Demir: Bildiğim kadarıyla ablanız da yatılı öğrenim görmüştü. Yatılı okumanızda eğitimin kalitesinden başka etken olan sebepler de oldu mu?
Aydın Ilgaz: O dönem, vasıtaların farklı oluşu sebebiyle bazı şeyler zorunluluktu. Mesela, biz Anadolu yakasında yaşıyorduk benim karşıda bir lisede okumak için vapura binmem gerekiyordu. Kuzguncuk’tan Üsküdar’a oradan karşıya geçerken vapurda mutlaka aksaklıklar oluyordu. Bazen annem gecikiyordu dolayısıyla en sağlamı yatılı okumaktı. Bahsettiğim gibi ilkokulda mecburen yatılı okudum. Bir konuya değinmeden geçemeyeceğim: Babam Rıfat Ilgaz yazar olduğu için dergi, gazete çıkarıyordu. Mesela Marco Paşa’yı çıkarıyordu. Siyasî hiçbir meyli olmadığı halde şiir yazdığı için solcu hatta komünist denerek tutuklanmıştı. Arkadaşları Orhan Kemal, Orhan Veli, Yaşar Kemal, Behçet Necatigil hemen hepsi aynı kaderi yaşamıştı. Mesela ben dört yaşındayken babamı hapishanede ziyarete giderdim. O dönemde yatılı okuyanlar daha ziyade anne-babalarının yaşadığı sorunlardan ve ortamın bozukluğundan dolayı yatılıyı tercih ediyorlardı. Ailelerin okusun, diye uğraştıkları çocuklar, okuyan anne ve babaların, esnafın çocuklarıydı genellikle. Elzem durumlarda çocuklar yatılı okuyordu. Yani iyi bir aile, çocuğunu harcanmasın diye bu okullara gönderiyorlardı.
Nurcan Demir: O dönemlerdeki siyasi iklim okul kültürüne nasıl yansıyordu?
Aydın Ilgaz: Dışarıda zan altında olan velilerin durumu, okuldaki çocukları da etkiliyordu tabi. Öğretmenlerin tayinleri bile sağcı veya solcu olmalarına göre yapılırdı. Ansızın sürgün edilip başka okula gidenler olurdu. Açıkçası aslında ailem, annem ve babam bilhassa aman edebiyattan kültürden uzak durayım da başım belaya girmesin diye olabildiğince beni bu ortamdan uzak tutmaya çalıştılar. Çünkü önümüzde örnekler vardı. Babam, Sabahattin Ali ve Aziz Nesin birlikte Marco Paşa’yı çıkardılar. Bir gün biri dışarıda, diğeri içerde. Yani “Baban nerede?” diye sorduklarında ya hapishanedeydi ya hastanedeydi. O yüzden benim durumum biraz farklıydı. Mesela anneme bu devlet “Boşanacaksın.” demişti. Hatta Amerika’da öğretmen olarak deneme lisesini kazanıp gideceği sırada Rıfat Ilgaz’ın eşi olduğu için uçaktan indirilmişti. Velhasıl kâğıt üstünde de olsa boşandılar. Ülkede o dönemki iktidar aile bireylerinin yaşam tarzına bile karışıyordu. Annem Kandilli Kız Lisesinde yere göğe konmaz bir öğretmendi, çok da sevilirdi. O, yatılı kızların hepsinin yalnızlığına sahip çıkardı. Bir de düşünün o zamanın yaşam şartları cidden zordu, kömür ütüsüyle ütü yapılan dönemlerden bahsediyoruz. Bazen annemin nöbetlerine ben de gider, ben de kalırdım orada ve beni hep o ablalar büyütmüştür. Birkaçı hala sağ ve halen görüşüyoruz. Bizdeki yatılılık askerlik gibi bir şeydi yani özel okullar falan yoktu o zaman. Zaten İstanbul’da kız yatılı okulları da sayılıydı. Kandilli Kız Lisesi, Erenköy Kız Lisesi, Atatürk Kız Lisesi vardı. Atatürk Kız Lisesi gündüzlüydü. On tane lise varsa beş tanesi kız lisesiydi ve kız erkek karışık okunmadığı için karma liseler yoktu. O yüzden yatılı okullar Anadolu’dan gelen birçok öğrencilerin yuvasıydı.
Nurcan Demir: Yatılılık anılarınız eserlerinize nasıl yansıyor?
Aydın Ilgaz: Anılarımı fazla yazmadım, esasen ben şikâyetçi değilim yaşadıklarımdan ama şunu da söylemeden geçmek istemiyorum: Babamın “Sınıfın ozanıyım millî; Hababam Sınıfı’nın yazarıyım ünlü. Kim ne derse desin, çocuklar için yazdım.” diye bir lafı vardır.
Necdet Neydim: Osmanlı’dan bu yana yani Tanzimat’tan sonra başlayan bir yatılı okul kültürü var, ondan öncesinde medreseler var ama onu ben modern sistem okulları şeklinde tanımlayamıyorum, dahası 1789 Fransız İhtilali’nden sonra açılan yatılı okullarda kilise okullarında çocuklara işkence yapılıyor. Ama biz de özellikle cumhuriyetin kuruluş yıllarında, idealist öğretmenlerin, yatılı okullardaki çocuklara fazlasıyla sahip çıktığı, öğrencilerin dayanışma içinde büyüdükleri bir zamana tanıklık edebiliyoruz. Bu çerçevede bazen yatılı okullarda her şey düzgün gitmeyebiliyor, mesela ekonomik koşullar yetmiyor, bu yüzden parasız yatılı okullarda yaşanan süreçleri de göz önüne almak gerekiyor. Kabataş Lisesine baktığımız zaman, geçmişte nasılsa günümüzde de bir ekol, bu sebeple normal koşullarda orada olmak ve öğrenim görmek Robert Kolejinde öğrenim görmek gibi bir şey. O nedenle Kabataş dışında bazı öğretmen ve öğrencilerin engelleyici tavır içerisinde olduklarına tanık oldunuz mu?
Aydın Ilgaz: Mesela Darüşşafaka’da ben etüt abiliği yaptım. Orada farklı bir baskı vardı. Beni çocuklar Hababam Sınıfı’nı okuyor diye okuldan attılar. Yani ben bilakis sakladığım hâlde, ben orada etüt abisi olarak mesela Yalçın Pekşen’in etüt abiliğini yapmıştım, orada farklı siyasî görüşlerden insanlar bulunuyordu. Mesela Büyük Doğu, Necip Fazıl’ın ekolü idi. Kabataş’ta ise Behçet Necatigil vardı. Geometri, cebir ve astronomi hocamızı bir resimde meteor taşı resmiyle beraber seyyahın önüne bıyıklı bir adam koyduğu için adamı Stalinci diye içeri aldılar. Oysa bir seyyahın resmiydi sadece ve öğretmenin siyasî bir görüşünün olduğunu bile sanmıyorum, sadece matematikçiydi. O dönemlerde benden evvel okuyan Hilmi Yavuz, öğretmeni olduğu için Behçet Necatigil’den bahseder. Bütün bunlar göz önünde bulundurulduğunda size katılıyorum, Türkiye’nin despot askerî yapısı, üniversitelere de sızdı liselere de. Tesadüfen bizim o zamanki öğretmenler pek öyle uç noktalarda değillerdi. Tesadüfen diyorum! Mesela ben Galatasaray Lisesine gittim iki üç sene evvel, on iki tane öğretmen Kabataş’tan sürgün gitmiş oraya, on ikisi birden oradaydı. Yani Kabataş’ın kadrosunu vermişler. Öyle olunca tabii okullarda siyasetin çok ağır olduğunu görmeye başlıyorsunuz. Sanırım üç-dört senede bir ekoller değişir. Zaman zaman gittiğim okullarda buna rastlıyorum. Mesela Kabataş’a söyleşi için çağırıyorlar, müdür işinin çıktığını söyleyip gidiyor. O zaman öğretmenler, “Ağzımdan laf kaçırırım ve sonra milli eğitim müdürden sorar.” diye benden korktuğunu söylüyorlar. Hâlbuki ben böyle bir şeyi katiyen yapmam. Üzülerek söylüyorum ki bugün Türkiye’de hâlâ bu tür çekingenlikler, bilhassa eğitimde çok fazla ve bu durum yatılı okullara mutlaka yansıyor. Çünkü imkânsızlıklar var. Mesela yatılı okulun bütçesi, tuvalet kâğıdı alınmasına müsaade etmiyor veya yatılı okulda kazan patlıyor yıkanmak mümkün değil. Tahsisat yetmezliğinden çocuklar bir, iki hafta yıkanamıyorlar. Şimdi bunlar hâlâ sistemde düzeltilmeyen şeyler. O yüzden ben yatılı okuldaki bu aksaklıkların despotluktan öte yoksulluktan da olduğuna inanıyorum. Mesela okulda çıkan yemekleri ele alalım. Bugün kolay mı okulların aldıkları ödeneklerle çocuklara sık sık et yedirmeleri? Baktığınızda okulların bütçesi devletin onlara ödediği paradan geliyor. Bunlar da olmadığı için birçok etkinlik yapılmıyor. Mesela tiyatro çalışmalarına müsaade edilmiyor. Bu yüzden yatılı okulların da tadı kalmadı, keşke o eski koşulların yarısı olsa da çocuklar o yatılılık iklimini yaşayabilseydi.
Necdet Neydim: Biraz geriye dönük bir şey soracağım. Babanız Rıfat Ilgaz, Hababam Sınıfı’nı yazdığı ilk dönemde yani tefrika olarak dergide çıkarken daha sonra İlhan Selçuk’un Dolmuş dergisinde çıkmaya başlıyor ve yine İlhan Selçuk öncülüğünde kitaplaştırılıyor ama Rıfat Bey bundan memnun olmuyor. Birinci mutsuzluğu bu eserin kitaplaşması, ikincisi ise eserinin daha sonra Ertem Eğilmez tarafından “Hababam Sınıfı” adıyla filme çekilmesi. Hatta Rıfat Ilgaz filmi hiç seyretmiyor, dahası ciddi karşı çıkıyor. Buradan yola çıkarak sorum Sayın Ilgaz neden eserinin kitaplaşmasını istemedi? Siz bunlara tanık oldunuz kitaplaştıktan sonra yaşadığı duyguların ne olduğunu ve filme karşı oluşunun sebeplerini bir de sizden dinlemek isteriz.
Aydın Ilgaz: Birincisi, babamın hayatında iki dergi var. Birincisi Marco Paşa, bir tanesi de Dolmuş. Öbürleri de var ama bunlar daha yüksek konumdalar. Marco Paşa’da Sabahattin Ali, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz var. Burada babam içeri çok girdi çıktı. Hatta bunu da herkesin bilmesini istiyorum, “Rıfat Ilgaz yoktu ki!” denildi ne yazık ki. Diyenler de belli kişilerdi. Hatta Sınıfın Efsanesi diye bir de kitap çıkarttım, orada da çok hücuma uğradım. Sonra birileri yazdı, hatta bu yayımlandı, “Yalan söylüyorsun, Rıfat Ilgaz Marco Paşa’da yoktu.” dediler. Sonradan Marco Paşa Gerçeği diye bir kitap daha çıkardım, ben adımı koymadım. Mehmet Saydır ile yaptık. Oraya babamın kaç sene, hangi yazıdan, ne kadar yattığına kadar bütün ayrıntıları koyduk. Yani yoktu, vardı tartışmasını bertaraf etmek için gizlice biraz arşiv araştırması yaptım. Sabahattin Ali gerçekten genç yaşta öldürüldüğü için 1948’den sonra yatan kalkan hep babam oldu, ama basın bunu yokmuş gibi lanse etti. Aynısı Dolmuş’ta da oldu. Babam şairim diye geçiniyor, diğer taraftan ekonomik sıkıntılar başlıyor. Bir gün İlhan abiyle buluşuyorlar ve İlhan abi “Senin bir Marco Paşa gerçeğin var, orada yazdığın yazılar her ne kadar seni içeri atmış çıkarmışsa da sen okul mevzusunu bu mizahî yapınla anlat.” diye bir teklif getiriyor. Babam da böylece başlıyor. Fakat o sırada ben Kabataş’ta okuyorum. Biz babamın, benim babam olduğunu söylemiyoruz. Yani ben Kabataş’ta Rıfat Ilgaz benim babamdır, demedim. Sordukları zaman çocuksu gerekçelerle Mehmet Ilgaz diyordum, Rıfat Ilgaz’ı yutuyordum. Hatta bazen öğretmenler, babamın yazılarına binaen bu adam bizim okulu mu anlatıyor, diyorlardı. Ben hiç sesimi çıkarmıyordum. Bunu Galatasaray’da bir öğretmen de söylemişti diyorlar. Benzer şeyler Haydarpaşa’dan çıkıyor, Anadolu’dan çıkıyor. Babam ortak bir öğretmen yapısı yakalamıştı. Yani İnek Şaban’da, Kel Mahmut’ta herkese tanıdık gelen özellikler vardı elbette. Mesela İnek Şaban, dersini hafızlayan bir karakterdi ama samimiyetle söyleyebilirim ki Ertem Eğilmez’le bu tamamen çöktü. Resmen ilk filmin jeneriğine babamın adını koymadı, yeni tipler soktu mesela. Daha doğrusu onu yeni yeni yakalıyorum. Mesela ben hatırlıyorum, Hababam Sınıfı’nın yazısı var bende Zeki Alasya babama “Hocam biz bunu okulda oynayabilir miyiz?” diye mektup yazıyor. Zeki’nin öldüğü gün bir arkadaş bana çıkarıp vermişti bana. O mektupta babamın cevabı da var bende. Babam da diyor ki: “Oğlum bak bunu ben yazdım, yıllarca kimse sahiplenmedi. Kimse bundan film, tiyatro yapalım falan demedi. Abilerin, büyüklerin anlamadı benim ne yapmak istediğimi. Sana bunu ücretsiz veriyorum, yeter ki oynayın.” diyor. Sonradan babam, bu oyunda onlara destek olmuş, kostümler için bitpazarına gitmişler, bol elbiseler almışlar. Vakvak Rıza’yı oynadılar, çok da güzeldi. Kapalı gişe oynuyorlardı, biz de gidip kuyrukları seyrediyorduk. Sonradan bu oyunun kayıtları ortadan kaybedildi ve öğrendik ki babamın eserinin birebir aynısı onun izni olmaksızın başka bir ünlü tiyatrocu tarafından oynanıyormuş. Tüm bu bahsi geçen şeyler yıktı babamı. Hababam Sınıfı’nın filmini yaptılar, ama babam “Kardeşim ben böyle demedim ki!” dedi ve sonrasında eser başka bir yere evirildi. Biz de “Tamam siz bundan para kazanın ama Hababam Sınıfı adı altında kazanmayın!” diye müdahale etmek zorunda kaldık çünkü babamın kitabında bunlar zaten yok. Gözümüzün önünde on tane film yaptılar ama başa çıkamıyorsunuz ki. Size de yaptığınız iş için çok teşekkür ederim, bu sayede gerçekten içimi döktüm, aksi takdirde ukde kalırdı. Türkiye’de yatılı okul sistemi maalesef eğitim sistemiyle paralel giden bir şey. Ahlak olarak da etik olarak da bazı olumsuzluklar hatırlıyorum. Yatılı okulda Kandilli Kız Lisesinde annem müdür muaviniyken gelen etlerin içindeki lop etleri alıp misafirlerine yedirip de çocuklara kemiklerini çorba gibi yaptıran öğretmene de müdüre de rastladım. Annem o yüzden gidip münakaşa etmişti. “Bu çocuklar aç biilâç kemik yiyorlar.” demişti. Aşçı da “Ne yapalım? Müdür Hanım’ın misafirleri geldi, etleri oraya verdik.” diye karşılık vermişti. Şimdi bu Türkiye’de zor bir iş çünkü hepsi ahlak ve yetişme tarzıyla ilgili. Onun için yatılı okullarda iyi bir yöneticinin olması ve öğretmenlerin birlik olması güzel bir eğitim ortamının sağlanması için en önemli unsurlar arasında yer alıyor. Dilerim iyi öğretmenlerin, öğrencileri iyi yetiştirdiği bir eğitim sistemi olur da Türkiye’de birçok şey hepten düzelir. Çok teşekkür ederim ikinize de.
Nurcan Demir: Samimi paylaşımlarınız ve bu güzel sohbet için bizler çok teşekkür ederiz.
Necdet Neydim: Yine karşı karşıya gelip muhabbet ederiz, hatta panel bile yapabiliriz yatılılık mevzusuyla ilgili. Hakikaten çok hoş olur, sevgiyle kucaklıyorum sizi.
Röportajı hazırlayan: Nurcan Demir, Necdet Neydim