Yağmur hiç sonlanmayacak gibi. Üzerimdeki yelek beni şimdiden üşütüyor, Eylül ayı böyleyse kışı düşünmek bile istemiyorum. Önlüğümün üzerinde kalıplaşmış lekeler artık çıkmıyor, zaten seneye okumayacağım için bunu dert etmeme gerek yok. Eskiyen ayakkabılarımdan bakışlarımı çevirerek yeniden pencereye doğru bakıyorum. Annem ağılı temizleyebildi mi güzelce? Onun şimdi dizleri ağrımıştır, ne de olsa yağmur yağıyor. Tavandan su sızmış mıdır yeniden? En son sıvasını attım ama bu yağmur onu delip geçer mi bilemiyorum. Altına kova koymak lazım. Odunların üzerini muşambayla örtmüştüm.
Rüzgâr onu kaldırmış mıdır? Kaldırdıysa vay halime! Sobaya atacak kuru odunumuz kalmayacak demek bu. Kış çok zor geçer. Koyunların kapısını kapattım mı okula giderken? Bu sele kapılmasınlar da… Onlar bizim geçim kaynağımız. Dönüş yolunda hep ıslanacak ayaklarım. Hasta olmamam lazım. İçimi bir sıkıntı kaplıyor, keşke yağmur yağmasaydı.
“Âdem, burada mısın?” Sema Öğretmen’im bana bakıyor, dersten koptuğumu o da anlamış. Hemen oturuşumu düzeltip mahcup bir hâle bürünüyorum. Belli belirsiz bir sesle “Buradayım.” diyorum. Diğer dertlerimi evde düşünürüm, şimdi matematiğe dönmem gerek. Altı ve üstü açılmış kurşun kalemimi elime alıp döndürüyorum hızlıca. Onu da idareli kullanmam lazım. Kenarları kıvrılmış, kaplanmamış, tüm derslerin aynı yere toplandığı defterime bugünün tarihini yazarak kendimi derse vermeye çalışıyorum.
Son ders zili çalınca hızlı hızlı çantamı topluyorum. Yağmur dindi sayılır. Serhat bana yaklaşıyor: “Geliyor musun?”
“E tabii. Beraber yürüyoruz ya hep eve zaten.”
“Ona değil, sinemaya.”
“Sinema mı? Nereden çıktı şimdi bu?”
“Köye sinema arabasından gelecekmiş. Sen dersi dinlemezken yaptılar duyuruyu. Aklın neredeydi kim bilir. Böyle içinde koltuklar olacakmış. Mısır patlatılacakmış. Büsbüyük bir ekran olacakmış. Oradan bir film açacaklarmış bize. 12 liraymış. Güzel olacak diyorlar.”
“Sinemanın ne olduğunu biliyorum, anlatmana gerek yok. Evde televizyon var hem. Gitmeme gerek yok.”
“İnatçı Âdem. Hayatında kaç defa sinemaya gittin? Bu evde televizyon izlemeye benzemez. Buranın hissiyatı daha farklı. Sema öğretmen gelebilen gelsin diyor. O şehirde birkaç defa gitmiş. Çok güzelmiş. Eğer sorun paraysa”
“Para falan değil sorun. Canım istemiyor Serhat. Uzatmayalım.”
“Peki, öyle olsun. Haftaya çarşamba günü olacak. Yine de haberin olsun. Hadi Allah’a emanet ol, ben kaçtım.”
Doğru düzgün kaldırımı bile olmayan, çamurlaşmış sokağımıza girdim. Köpeğimiz Paşa beni karşıladı. Muşamba uçmamıştı, ağılın kapısı kapalıydı, ortalık sakin görünüyordu. Endişelerim boşa çıkmıştı. Eve sessiz adımlarla girdim. Annem salonda sedire uzanmış yatıyordu. Belli ki ağrıları devam ediyordu. Babamın yokluğu onu derinden sarsmıştı. Onu uyandırmamaya dikkat ederek sobaya biraz odun attım, güğümü doldurdum ki sıcak bir şeyler içelim. Tavanı kontrol ettim. Önlüğümü çıkarıp kendi kıyafetlerimi giydim. Dünden kalan yemeğimizi ısıttım. Boğazımdan sadece birazı geçti. Babamı düşündüm. Sinemayı düşündüm. 12 lira. Çok para. Büyük ekran varmış ama. Televizyondan farklı demek. Nasıl bir fark? Bilemiyorum. Gitsem mi? Gidersem zora sokacağım bizi. Sütlerin parasıyla gidilir aslında. Ya pazarda sütler satılmazsa? O zaman parayı yerine koyamam. Annemin iyileşmesi lazım sütleri satabilmesi için. O gidemezse ben gidip satarım. Okul yüzünden gitmeme izin vermez ki. Ben de gizlice giderim. O zaman da bu parayı nereden bulduğumu sorar. Belki koyunlardan o kadar süt çıkmaz bu hafta. Keşke Serhat söylemeseydi bana şu sinema işini. Boşu boşuna hayal kurar oldum.
Ödevlerimi yapmaya başladım sobanın yanında. Annem hafifçe uyanıyor. Gününü anlatıyor bana. Sütleri sağmış. Evi süpürmüş. Köpekleri beslemiş. Ağrıları şiddetlenince uyumuş biraz. Benim nasıl geldiğimi anlamamış bile. Bana bakışlarındaki acımayı fark ediyorum istemsizce. Anneliğini yapamayışının ağırlığı var. Ona benim bakmam kalbini parçalıyor. Yetimliğim onun yüzüne vuruyor. Babamdan kalanlara nasıl geçineceğimizin hesabını yapmaya çalışıyor. Onun bıraktığı çobanlık işi bende artık. 10 yaşında, bir gecede adam oluverişimi nasıl bu kadar olgunlukla karşılayabildiğimi algılamaya çalışıyor. Bende bilmiyorum. Bildiğim tek şey babamın bana öğrettiklerini uygulamak. İyi bir çoban olmak. Yol gösterirsin, izlersin, yardım edersin. İyi bir çoban olursan iyi bir lider olursun. İyi bir lider olursan ailene sahip çıkmış olursun. Bende bunları yapıyorum, bildiklerimi. Tüm bunlar ise onu hasta ediyor. Minik oğlunun sinemaya gitmek yerine bunları düşünmesi…
Van soğuk olur. İnsanı soğuktur. Evleri soğuktur. Isıtamazsın. Mayıs ayına kadar eksi dereceler devam eder. Bu havalar insanı biraz aksi yapar. Benim yaşımdaki bir çocuğu bile. Eylül ayı ise benim bu aksiliğime rağmen sakin. Bugün yağmur yağmasına, neredeyse sel olmasına rağmen umutlu bir hava hakim. Ne yapacağımı düşünmemi biraz bırakmamı sağlıyor. Öğlenleri hayvanlar bunalmasın diye sürüyü gece otlatmaya çıkıyorum. 3-4 saat güzel bir gezinti oluyor, hayvanlar yemlerini yiyip rahat bir uyku çekiyorlar. Paşa yanımda olduğu için korkmuyorum geceleri, hem küçük değilim artık. Babam geceleri otlatmada başıma bir şey gelirse ne yapmam gerektiğini öğretmişti. Ne de olsa bu vadinin en deneyimli çobanıydı kendisi. Yürürken onu yanımda hayal ediyorum, onunla konuşurken buluyorum kendimi.
“Baba, yıldızlara baksana. Ne kadar güzel parlıyorlar. Film sahnesi gibi.”
“Konuyu bir şekilde isteklerine getirmekte ustasın oğlum.”
“Sinema dedikleri gibi değişik bir şey mi? Dedikleri ekran ne kadar büyüktür sence?”
“Bizim kutu gibi televizyonumuzdan büyük olduğu kesin.”
“Sen hiç gittin mi?”
“Gidemedim. Yıllar birbirini kovaladı, işler birbirinin önüne geçti, parayı denkleştiremedim. Ona vereceğim parayla ailemizi geçindirdim. Sonrasında ise göremeden, gidemeden göçtüm buradan.”
“Ben de parayı denkleştirememekten korkuyorum. Hem denkleştirsem bile paramızı böyle bir zamanda ona harcamam bencillik olur. Annemin durumu gittikçe kötüleşiyor baba. Seninle konuşuyor, işleri yarım yamalak yapıyor. Sürekli uzaklara dalıyor. Ben de sürekli hayaller kuruyorum. Şu sinema işi bir olsaydı… Sence hangi filmi izletecekler? Bizim dünyamıza benzer mi ya da büyük şehirdeki büyük insanların hikâyelerinden midir? Mısıra da para ödemek zorunda kalır mıyım acaba? Yoksa onu bedava mı verecekler bileti aldığım için?”
“Oğlum. Bu kadar düşünmek yalnızca seni yorar. İşinin başında olmalısın. Bir çoban her zaman tetikle olmak zorunda. Koyunları hizaya sok.”
Babam haklıydı. Çocukça hayaller kuruyordum. Yıldızlara değil koyunlara bakmam gerekiyordu. Derken acı bir feryat alıp götürdü beni. Ayağım kaymış, metrelerce sürüklenerek taklalar atmıştım. Yağmurun oluşturduğu çamurun içine battım. Kalkmaya çalıştıkça daha da içine giriyor, sırtımın ağrısından kıvranıyordum. Bağırdım. Saniyeler dakikaları oluşturuyordu ama cevap olarak kendi sesimin yankısını alıyordum yalnızca. Sesim kısılınca gözlerimle Paşa’yı aradım. Yoktu. Koyunları hizaya sokmakla uğraşıyordu belli ki. Benim işimi yapıyordu. Aptal kafam. Sinema diye diye kendimi öldürüyordum az kalsın.
Ölebilir miydim sahiden? Hâlâ yerde yatıyor, düştüğüm gibi duruyordum. Ellerimle yüzüme dokundum. Kanıyordu. Kaşımı patlatmış olmalıydım. Sırtımın ağrısı dakikalar geçtikçe bıçak gibi saplanıyordu. Kollarım, bacaklarım kirlenmişti. Güneşin doğmasına daha vardı. Bir plan yapmak zorundaydım. Güçlü olmak zorundaydım. Kendimden kuvvet alarak kalkmaya çalıştım ancak başaramadım. Durmadan kalkmaya çalışıyor, ağrıdan inliyordum. Baykuşların sesini duyuyordum, ancak bana huzur vermek yerine bu sefer korkutuyordu. Ellerim titremeye başladı. Paşa yoktu. Annem yoktu. Babam yoktu. Ailemi istiyordum. Sıcaklıklarını istiyordum. Okula gitmek istiyordum. Sinemaya gitmek istiyordum.
Ağlamamı durduramadım. Kalbimdeki ağırlık vücuduma da yansımıştı. Burada ölecektim. Babam ölmüştü. Sinemaya gidemeden hem de. Sıra bendeydi. Koyunları kaçırmış olmalıydım. Ailemize liderlik edememiş, iyi bir çoban olamamıştım. Çamurdan sıyrılamadığım için üstüm ıslaktı. Üşüyordum. Gözlerim yavaş yavaş kapandı…
Gözlerimi açtığımda gördüğüm manzara beni şaşırttı. Evimizde, sedirde yatıyordum. Sınıf arkadaşlarım ve öğretmenim beni ziyarete gelmişlerdi. Sema öğretmenim söze başladı:
“Çok korkuttun bizi Âdemciğim. Paşa senin yerini bulup köye haber vermeseydi ne olurdu? Ailene yardım etmeni anlıyorum ama senin yerin bizim yanımız. Okulunu okuyup büyük adam olunca annene yardım edersin. Şimdi yapman gereken derslerine sıkı çalışmak. Anlaştık mı?”
Konuşacak hâlim yoktu. Koluma annemin oyalı yazmasını sarmışlardı, oynatamıyordum. Sessizce başımı salladım. Arkadaşlarım tek tek bana geçmiş olsun dediler. Annem gelenlere yaptığı şerbetten ikram ediyordu. Herkes havadan sudan konuşuyor, ortamdaki havayı dağıtmaya çalışıyordu. Yüzüme bakanların gözlerindeki ifadeyi okuyabiliyordum. Belli ki biraz dağılmıştım. Bana acımak ile sarılmak arasında bir yerdelerdi. İnsanlar yavaş yavaş dağıldı. Ancak Serhat geldiğinden beri odanın ucunda duruyor, bir kelime etmiyordu. Arkadaşımı endişelendirmiştim belli ki. Bakışlarımız birleşince rahatlaması için ona gülümsedim, yanıma geldi. Oturuşumu düzeltmeye çalıştıysam da beceremedim. Sırtım beni zorluyordu.
“Hiç rahatını bozma. Âdem, çok korktuk senin için. Bir daha tek başına vadiye çıkmak yok, tamam mı? Ben seninle gelirim. Düşersek de beraber düşeriz. Kardeşiz biz. Yalnız değilsin.”
Utana sıkıla cebindeki bileti çıkardı.
“Biliyorum kabul etmiyorum diyeceksin, kızacaksın ama yapma. Arkadaşların olarak sana bir hediye almak istedik. Sen de bizimle beraber izle istiyoruz. Zor şeyler yaşadın ama bunları tek başına atlatmak zorunda değilsin. O zamana kadar iyileşip geleceksin, söz ver bana.”
“Söz, iyileşip geleceğim.”
Serhat anneme de geçmiş olsun diyerek evden ayrıldı. Elimdeki bilete bakıyordum. Kalbim hızla atmaya başladı. Rüya gibiydi her şey. Arkadaşlarım, öğretmenim, bilet… Sedirde sola döndüm. Artık yüzüm pencereye bakıyordu. Cama vuran yağmur damlalarını fark ettim. Sınıfta yağmuru izlerken keşke yağmasaydı dediğimi hatırladım. Yağmur sele, sel kayıp düşmeme, düşmem sinemaya gitmeme neden olmuştu.
Ağlıyordum. Gözyaşlarım yağmur, yağmur da sel olmuştu.
Yazar: Zeynep Erbay
Düzeltmen: İrem Tunay