Türk Sinemasında Çocuk Bakış Açısının Önemli Bir Temsili: Zıkkımın Kökü

Neslihan Yücelşen

19. yüzyılın sonunda sinematografın bulunmasından çok kısa bir süre sonra tarihini yazmaya başlayan Türk sinemasının beslendiği en önemli kaynak edebiyattır. Görüntülerin peş peşe verildiği teknik bir araç olmaktan çıkıp öyküler anlatmaya başladığında sinema, anlatının renk ve sesle ifade edilmesine dönüşmüştür (Öcal, 2000, s. 137). Sinemadan yüzyıllar önce var olan edebiyat, büyük birikimiyle anlatıları kimi zaman neredeyse doğrudan (Mürebbiye (1919), Vurun Kahpeye (1949), Susuz Yaz (1963), Bizim Büyük Çaresizliğimiz (2011) vb.) kimi zamansa edebiyattan büyük oranda yararlanarak dolaylı (Aysel Bataklı Damın Kızı (1934), Yeraltı (2012) vb.) denilebilecek biçimde yeni bir kitleye, izleyiciye, sunmuştur. Bu metnin odağı olan Zıkkımın Kökü de Muzaffer İzgü’nün aynı adlı otobiyografik romanından uyarlanmış filmdir. Film, 1992 senesinde gösterime girmiştir. Adana Altın Koza, Hindistan Udaipur Altın Fil, Tokyo Asya’nın En İyileri gibi ulusal ve uluslararası ödüller alan filmin yönetmeni ve Macit Koper’le birlikte iki senaristinden biri Memduh Ün’dür.

Zıkkımın Kökü, 1940lı yıllarda Adana’nın Seyhan ilçesinde yaşayan yoksul bir ailenin son çocuğu olan Muzaffer’in (Muzo) ilköğretim dönemindeki aile, okul ve iş yaşamının dramdan uzak, gerçekçi biçimde işlendiği bir kara mizahtır. Film, Türk sinemasında uzun yıllar göz ardı edilmiş bir konunun, çocuk bakışının önemli bir temsilidir. 1980’lerin son yıllarına kadar Türk filmlerinde yer alan çocuklar birbirine benzer biçimde öksüz, yetim, çocuk işçi gibi rollerde görünmüş, kendilerine yetişkin endişe ve yargılarından bağımsız, gerçekçi bir söz hakkı tanınmamıştır. Özellikle 1960’larda bir furya haline gelen ve 70’lerin sonlarına dek devam eden Ayşecik, Yumurcak, Sezercik, Ömercik, Afacan gibi film serilerinde çocuklar terk edilmiş veya anne babanın ayrılığı, hastalığı, ölümü, hapse düşmesi gibi nedenlerden yalnız bırakılmış, bakıma ve sevgiye muhtaç, çalışmak, kendi yaşamını idame ettirmek, küçük kardeşin bakım sorumluluğunu almak gibi deneyimlere olması gerekenden çok erken dönemlerde sahip olmuş “küçük bireyler” olarak yer almış; yer yer yaramazlıklarıyla izleyiciyi eğlendirseler de genel olarak dramatik sorunların çözümlerini üstlenmişlerdir. Çocuk filmleri furyası dışında çocukların, özellikle melodram filmlerinde işlenen sorunun izleyici üzerindeki sarsıcı etkisini artırma işlevinde kullanıldığını söylemek yanlış olmayacaktır.

Çocukluk üzerine yapılan çalışmaların çoğalmasıyla bu dönemin öneminin üzerinde durulması, çocuğa atfedilen değerin zamanla değişime uğraması gibi nedenlerle Türk sinemasının çocuğa bakış açısında değişimler görülmeye başlanmıştır. Bunun ilk örneği 1989’da çekilen Uçurtmayı Vurmasınlar’dır (Turhan, 2022, s. 98). Film, hapse düşen bir kadının oğlu olan 5 yaşındaki Barış’ın yaşamı çevresinde dönmekte ve onun dünyaya bakışını, çevresinde olan biteni sınırlı yaşam deneyimiyle anlamlandırmaya çalışmasını ve bu çabayı gören İnci adlı mahkumla paylaşımlarını konu edinir.

Zıkkımın Kökü, çocuk gerçekliğinin vurgulandığı ikinci Türk filmi olarak değerlendirilebilir. Film, Muzo’nun ortaokul yıllarındaki kız arkadaşı Raziye’yle pamuk işçiliği yaparak zaman geçirdiği sahnelerle başlar. Raziye, Muzo ile evlenmeyi istemektedir ve babasını durumdan haberdar etmiştir. Buna karşın mutlaka okumak ve meslek sahibi olmak isteyen Muzo evlenmek istemez, Raziye’nin babası tarafından çevrelerinden uzaklaştırılır ve Raziye bir başkasıyla evlenir. Bu olaydan sonra film, Muzo’nun “Sevdiğim kız gelin olmuş gidiyordu. Okuma tutkum Raziye’ye duyduğum aşkı yenmişti. Bu uğurda verdiğim mücadele, gözümün önünden bir film şeridi gibi geçti.” sözlerinin ardından geriye dönüş tekniğiyle izleyiciyi Muzo’nun okuma konusunda gösterdiği çabanın başlangıcına, ilkokula başladığı seneye götürür. Muzo kendisinden 4-5 yaş büyük ağabeyi Sefa’dan ve babasından söz ederken sahneye annenin de girmesiyle ailenin günlük yaşamına tanık olunur. Toprak bir ev içinde baba, ayakkabı alamadığı oğluna takunyadan bir ayakkabı yapmaya çalışmakta, anne şekerle tatlandırdığı ekmek ve çayı kahvaltı olarak aileye ikram etmektedir. Oldukça yoksul görünen ailenin yaşamını sürdürebilmesi için elindeki her türlü kaynağı çok iyi değerlendirmesi gerekmektedir. Film boyunca süren bu “değerlendirme” durumu, baba Ahmet Efendi’nin buluşlarıyla mümkün olmaktadır. Bu buluşlar arasında neler yoktur ki… Nal üzerine monte edilen takunyalar, her ay bir başka pencere açılan toprak damlar, küçüldükçe uzatılan; yırtıldıkça yamanan çulaki pantolonlar…Bunlar arasında büyüyen Muzo, kendi taktığı adla, Buluşçubaşı Ahmet Efendi’nin oğludur (İzgü, 2022, s. 49). Buluşlardan her biri, evdeki eksikliklerin tamamlanmasına yönelik olsa da bir ucundan çekildiğinde diğer ucu açılan yorgan gibi bir türlü hedefine ulaşamamakta, ailenin geçimini sağlaması mümkün olmamaktadır. Bununla birlikte filmde ailenin içinde bulunduğu durum dramatize edilmez. Onlar, yaşamın günlük akışı içinde, karnı tok ve sağlıklı oldukları müddetçe mutludur. Romanda, anlatıcı Muzo’nun ağzından dökülen cümleler, mutluluğun anlamını özetlemektedir:

“Bizim mutluluğumuz çok basitti. Tencerede yemeğimiz olsun, çıkında ekmeğimiz, lambada gazımız, ocakta çaydanlığımız, yeter de artardı bile…” (İzgü, 2022, s. 108).

Muzo okulda kimi zaman arkadaşlarının zorbalığına maruz kalır; bir gün, sonuna dek kullanabilmesi için kargı tutturularak uzatılmış kurşun kalemi hırsız olarak imlenmesine neden olur, bir başka gün takunyadan ayakkabıları alay konusu olur fakat okuma tutkusundan dolayı bu zorbalıkları görmezden gelir ve okula karşı olumsuz bir tutum geliştirmez. Filmde, arkadaşının “Bu ayakkabıları baban mı keşfetti?” sorusuna verdiği, “Evet babam keşfetti, peki Amerika’yı kim keşfetti? Kristof Kolomb. Sen onu merak et” yanıtından anlaşıldığı gibi içinde bulunduğu durumdan rahatsız olmayan, durumunu dramatize etmeyen, aksine olağan karşılayan bir çocuktur.

kişi, şahıs, ekran görüntüsü, giyim, insan yüzü içeren bir resim

Açıklama otomatik olarak oluşturulduResim 1. Muzo’nun ilkokul yılları (https://www.youtube.com, erişim tarihi, 20.08.2024)

İlkokula başladığı yılın yazında Muzo çalışmaya başlar. Sokaklarda şeker, darı gibi yiyecekler satar. Sinemada gazoz satıcılığı, karpuz sergisinde taşımacılık yapar. Para kazanıp evin geçimine katkıda bulunmak, yaşı çok küçük olmasına rağmen onun normal karşıladığı bir eylemdir. Çalışırken bedeninin çok zorlandığı zamanlar olur, başına dayak yemek gibi tatsız olaylar da gelir. Bununla birlikte yaşamı devam ettirme telaşı tüm bunların üzerindedir:

“Kaynar kova bir yanımı haşlar, güneşse beynimi. Kovanın sapı da bu işkenceye yardım etmek için kolumu keser durur. Ama ben yine de mutluyum. Bir darıda şu denli kar kalsa, iki darıda şu kalır, yüz darıda bu, iki yüz darıda bu denli… Ha gayret, darı sata sata milyoner bile olunur!…” (İzgü, 2022, s. 53).

Her ne kadar yetişkin sorumlulukları yüklense de Muzo’nun çocuk bakışı filmin her sahnesinde hissedilmektedir. Yetişkin davranışları karşısındaki şaşkın tavrı, kitapta da sıklıkla geçen “bilmem…” ifadesiyle koşutluk göstermektedir:

“Bir öğle sonrası yeniden evimize girerken ne kurdele ne de kurban kestik ama anamız sağ ayağını atar atmazdan önce belki yarım saat dua etti Tanrı’ya… Bilmem, belki de bu dualar evimizin tekrar başımıza çökmemesi içindi.” (İzgü, 2022, s. 75).

Ortaokul senelerinde Muzo’nun çocukluğunun son bulduğu kitapta sözlerinden; filmde ise oyuncunun değişmesinden anlaşılmaktadır:

“Bizim büyük inşaat yarım kalmıştı. Bunun üzerine babam, aman oğlum, dedi bana, yarım ev bu, dilmeleri, tahtaları çalar giderler, en iyisi sen git orada yat! Anam, bre herif, tanımadığı bilmediği mahalle çocuğun… Yok be ana, dedim. Gider yatarım. Bizi çocuk mu sanıyorsun?” (İzgü, 2022, s. 121).

Sosyolojik bir kavram olan çocukluğun biyolojik veya yasal olarak bittiği bir yaş yoktur. Çocukluğun bitişi yaşanılan çağa, kültüre, aileye göre değişebilir. Filmde Muzo, çocukluğunun bitişini ortaokula başlamasıyla ilişkilendirmiştir fakat yaşının olması gerekenden biraz daha büyük olduğu kitapta geçen “annem bizi belki okula geç yazdırmıştır” (İzgü, 2022, s. 184) ifadesinden anlaşılmaktadır. Ayrıca ilkokul yıllarında sinemada gazoz sattığı yaz gösterimde olan Yanık Kaval, 1947 senesinde çekilmiştir. Muzaffer İzgü’nün 1933 doğumlu olduğu göz önünde bulundurulduğunda, çocukluktan çıkış olarak işaret ettiği yaşın 15’in üzerinde olduğu düşünülebilir. Bu yıllarda ailenin de Muzo’nun çocukluk döneminden çıktığını kabullendiği görülür. Öyle ki Muzo, annesi istememesine rağmen, Raziye’nin ardından tek başına pamuk işçiliği yapmaya gidebilmiştir. Film, başladığı noktaya geri dönerek sonlanır. Bu nokta aynı zamanda Muzo’nun çocukluğunun da bitişidir.

Son bir söz olarak… Muzaffer İzgü, uzun yıllar boyunca yaşam deneyimiyle gözlem gücünü harmanlayarak Anadolu’nun sorunlarını kara mizah yoluyla okurlarıyla paylaşmış, üretken, yeri doldurulamaz bir yazardır. Zıkkımın Kökü de önemli eserleri arasındadır ve yalnızca edebiyat değil, sinema, sosyoloji, kent araştırmaları gibi pek çok alanda çalışma nesnesi olarak kullanılmıştır. Yazar, romanda çocukluk yıllarından söz ettiği için -başkişisi çocuk olan veya içinde çocuk olan hemen her kitap için düşünüldüğü gibi- bu kitabın çocuk okurlar için uygun olduğu düşünülebilir; bununla birlikte romanda şiddet, küfür ve cinsellikle ilgili olay ve ifadeler bulunmaktadır. Aynı yayınevinden çıkan Ekmek Parası adlı kitap, Zıkkımın Kökü romanın çocuklar için hazırlanmış halidir.

Kaynaklar

İzgü, M. (2022). Zıkkımın Kökü, Ankara: Bilgi Yayınevi.

Öcal, N. (2000). Türk ve Dünya Sinemasında Çocuk. Yayımlanmamış Doktora Tezi. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.

Turhan, E. H. (2022). Türk Sinemasında Çocuk Yoksulluğu: Zıkkımın Kökü Filmi Örneği. Türkiye Film Araştırmaları Dergisi, 2(2), 97-108.

Bu yazıyı paylaşın
error: İçerik koruma altındadır!!
Scroll to Top