Savaş Konulu Çocuk Edebiyatı Eserlerinde Mekan Temsilleri

Yasemin Yılmaz

Mekan, gerek zaman gerekse zihin tarafından kodlanan, anlamlandırılan ve sürekli dönüşüme sokulan bir varlıktır. Daha da ötesi Bachelard’ın poetikasında olduğu gibi sanat yapıtlarında estetik dil aracılığıyla yeniden yaratılan, düşünceye direnen bir hayalgücü ürünüdür. Bu yönüyle mekan fiziksel gerçekliğinin ötesine geçerek poetik bir tını yakalar. Ramazan Korkmaz’ın “algısal mekan” olarak adlandırdığı bu yeni mekan Bachelard epistemolojisinde olduğu gibi roman karakterinin zihnindeki mekan tasavvuruna dikkat çeker. Emine Köseoğlu bu kavramsallaştırmayı bir adım öteye götürerek karakterin yarattığı algısal mekan ile okurun karşılaşmasına dikkat çeker. Mekan yazardan karaktere, karakterden okura, okurdan bir başka okura doğru sürekli bir dönüşüm içerisinde yeniden anlamlandırılır.

Savaş ve ölüm gibi somutlaştırılması zor kavramlar kurgunun konusu olduğunda mekan, çoklu mekanlar bütünü olarak karakterin değişimine tanıklık etme rolü üstlenir. Çocuk edebiyatı söz konusu olduğunda ise ölümü hikayeleştirme ve kurguya dahil etme konusunda mekan önemli bir edebi araç olarak okurun karşısına çıkar. Bir başka deyişle ölüm, özellikle savaş edebiyatında mekanlar arası geçiş aracılığıyla ya dolaylı olarak anlatılan ya da tamamıyla kaçınılan bir evre olarak ele alınır. Savaş karşısında barışın, ölüm karşısında yaşamın ve hayatta kalma umudunun canlı tutulduğu anlatılarda kurgu mekanının sürekli değişiklik göstermesi anlatıların temel ortak özelliğidir. Sabit, tek bir mekana sıkıştırılamayan bu anlatılarda ölüm ne epik savaş anlatılarında olduğu gibi kutsanır ne de trajedilerde olduğu gibi acı bir son olarak verilir. Çocuk edebiyatının savaş konulu eserlerinde ölüm asıl temayı besleyen bir alt konu, çoğu kez zikredilmeyen bir olgudur. Savaş edebiyatının en kanonik eserlerinden biri olan Laura S. Matthews imzalı Balık (2005), su birikintisinde karşısına çıkan küçük kırmızı bir balığı küçük bir kavanozda yaşatmaya çalışan anlatıcı çocuk karakterin yolculuk anlatısıdır. Çatışma ve yakalanma riskinin sık sık bahsedildiği yolculuk boyunca ölüm bir korku kaynağı, bir ihtimal ya da bir savaş gerçekliği olarak neredeyse hiç ağza alınmaz. Bir başka önemli eser Hitler Oyuncağımı Çaldı (2013), çocuk gözünden anlatılan kaçış öyküsünde Almanya’dan İsviçre’ye, İsviçre’den Paris’e uzanan anlatı boyunca mekandaki değişimleri karakterdeki değişimlerin paralel okuması olarak sunar. İngiliz yazar Judith Kerr, anlatısında Hitler Almanyasının insanlık dışı uygulamalarını arka plana alarak, ana karakter Anna’nın mültecilik serüvenine, zor durumları maceraya dönüştürebilme becerisine ve çocuk zihninin ayrımcılık, ırk, milliyetçilk gibi kavramları anlamlandıramadığına vurgu yapar. Ruta Sepetys tarafından yazılan Gri Gölgeler Arasında (2013) isimli romanda ise anlatıcı genç kız Lina’nın evinden zorla alınmasıyla başlayan yolculuk mekanlar değiştikçe daha zor ve anlatılması zor bir hal alsa da bir umut anlatısı olmayı asla bırakmaz. “Kışın derinliklerinde, içimde mağlup edilemez bir yaz olduğunu öğrendim” diyerek Camus’ye atıfta bulunan yazar adeta çocuk edebiyatında savaş anlatılarının temel özelliğini dile getirir.

Türkiye’de çocuk edebiyatına bakıldığında benzer bir eğilimin var olduğu rahatlıkla söylenebilir. Güzin Öztürk’ün Kuş Olsam Evime Uçsam (2016), Gülsevin Kıral’ın Umut Sokağı Çocukları (2017), Özgür Balpınar’ın Dünyayı Sırtında Taşıyan Balık (2020) romanlarında ölüm, kurgudaki asıl olay örgüsü başlamadan yaşanmış, ülkelerini terk etmek zorunda kalan karakterler aile bireylerinden kayıplar vermiştir. Ölüm korkusu karakterlerin diyaloglarında kolaylıkla hissedilirken altı çizilen asıl olgular vatansızlık, evsizlik, aidiyet eksikliği ve geçmişe özlemdir. Ölüm riskini geride bırakmak için zorunlu olan kaçış, anlatıları mültecilik öykülerine dönüştürmüş, mekan aidiyeti/aidiyetsizliği üzerinden kimlik sorunu ele alınmıştır. Karakterlerin terk etmek zorunda kaldıkları ülkeleri, fiziksel mekan olmaktan çıkarak zihinde geçmişle köprü kurulmasını, nostalji duygusunun canlı tutulmasını ve kimliksizlikle mücadelenin yenilgi duygusu yaratmamasını sağlar. Mekan artık evsiz karakterlerin zihninde özlemleri, hatırladıkları ve diledikleriyle şekillenen algısal bir mekana dönüşür. 

Savaş mekanları Halep, İstanbul, Tebriz gibi gerçek hayatta var olan şehirlerdir. Ne var ki okurun, anlatıcıların dilinden okudukları şehir tasvirleri hayalgücünün yarattığı mekanlar olarak belirir. Algısal mekan, karakterin algısıyla okurun algısının karşılaştığı yerde ortaya çıkar. Kuş Olsam Evime Uçsam’ın ana karakteri Beşir’in yan yana gördüğü iki güneş ve konuşan ağaç betimlemeleri Halep’ten İzmir’e yolculuğu fantastik öğelerle süslerken, Umut Sokağı Çocukları’nın resim yapan karakterleri Hasan ve Havva fiziksel mekanı, üzerine resim çizilen duvarlarda yeniden yaratır. Dünyayı Sırtında Taşıyan Balık’ın anlatıcısı Emir, vitirinde gördüğü kırmızı balık sayesinde yeniden Tebriz sokaklarında hayal kurabilir. Her üç eserde de çocuk anlatıcıların hayalleri gerçek savaş anlatısının önüne geçer.

Fiziki mekanların algısal mekana evrilmesi Gülsevin Kıral’ın Umut Sokağı Çocukları ismi eserinde sanatın dönüştürücü rolü üzerinden irdelenebilir. Suriye’deki savaştan Türkiye’ye kaçan Havva ve Hasan, anneleriyle birlikte iş arayan babalarını bekledikleri otel odasında yaşadıkları travmayla duvara çizdikleri resimler aracılığıyla mücadele ederler. Yatağın arkasında kalan duvara gizlice çizdikleri resimler çocukların geçmişe özlemlerini ve şimdiki zamanı kabullenme çabalarını yansıtır. Havva, kardeşi Hasan’ın evlerini yıkılmış çizmesinden rahatsızlık duyar. Hasan’ın unutmamak için öyle çizdiğini açıklaması ise geçerli bir açıklama olmaz. Zaten unutulmayacak bir acının sürekli kendini tekrarlaması Havva için geçmişi daha ağır bir yüke dönüştürür. Bu sebeple onun resimleri savaş öncesini yansıtır. Havva akıp giden zamanın savaşla kesintiye uğradığını kabul etmek istemez. Resim Havva için geçmişe uzanan bir bağdır. 

Çekoslovakya doğumlu yazar Milan Kundera’nın ‘ev’ ve ‘yurt’ kavramlarını irdelediği romanı Bilmemek (2001) nostalji kavramını bireyin geride bıraktığı eviyle ilgili artık bir şey bilemeyecek olmasının yarattığı acıyla özdeşleştirir. Prag Baharı sırasında ülkelerinden iltica eden Çekler için ülkeleri artık geride kalan ve somutluğunu yitiren bir gerçekliktir. Geride bırakılan topraklarda neler yaşandığı ülkeden ayrılan kişi için artık bir bilinmezliktir. Havva ve ailesi yaşadıkları şehrin bombalanmasının ardından Suriye’den ayrılırken evlerini en son nasıl gördülerse zihinlerinde o imgeyi taşıyacaklardır. Bu imge zaman içerisinde geçmiş zamana ait olacak ve savaş öncesini silikleştirecektir. Kundera’nın altını çizdiği nostalji kavramı geçmişin gitgide uzak geçmiş olması ve kaybolması sonucu ortaya çıkan bilmeme halini, bu bilgi alamama durumunun yaratığı acıyı anlatır. Havva’nın evlerini ısrarla savaş öncesindeki gibi resmetmesi bombaların yok etmeye çalıştığı geçmişe tutunma çabasıdır.

Ben evimizin eski halini çiziyorum. Savaş başlamadan önceki halini. Hem, kayısı ağacında bir          salıncağımız olsun isterdim hep. Fatmalar’ınkinden. Annem düşeceğimizden korkardı. Yoksa babam yapacaktı bir tane. Varmış gibi hatırlasam ne olur ki? Salıncağın üstüne kendimi çiziyorum. En yukarıdayken. İpini iyice uzun tutuyorum; salıncak Hasan’ın çizdiklerinin yukarısında kalıyor. Yıkıntılar altımda kalmış, ben onları görmüyormuşum gibi oluyor, seviniyorum (2014: s.18).

Havva’nın birinci tekil şahıs anlatımı, geçmişe tutunma mücadelesinin duygusal yoğunluğunu da gözler önüne sermektedir. Bu dolaysız anlatım yoluyla kamyonete zorla bindirilerek sınıra götürülen ve ülkesini terk etmeye zorlanan bir çocuğun yaşadığı travma görünür hale gelmektedir. Resim Havva için dilini bilmediği bir ülkede sürdürülen yaşam mücadelesinin etkili bir aracı ve dahası bir direnme yoludur. Kundera’nın romanında ülkesini geride bırakan karakter, sıklıkla bilinçaltının kendisine oynadığı oyunlara maruz kalır ve kendisini bir boşluğa düşmüş bulur. “Gündüzleri ona ülke manzaralarından mutluluk resimleri gibi parçalar gönderen bilinçaltının sineması, geceleri aynı ülkeye tüyler ürpertici dönüşler organize ediyordu” (s.16). Havva, Hasan’ın resimlerini görmemeyi ve kendi resimlerinin onunkilerin üstüne yapmayı seçerek bilinçaltına hükmetmeye çabalamaktadır.

Geride bırakılan evin yarattığı sızı Özgür Balpınar’ın bir sokak çocuğunun gözünden İran-Irak savaşını anlattığı Dünyayı Sırtında Taşıyan Balık (2020) adlı romanda da baskındır. Gerçek bir evi olmadığını bilen Emir, evi saydığı sokakların bombalanmasına, evin çehre değiştirmesine içindeki yaşama ve yaşatma umuduyla direnir. “Sahi, ev neydi?” şeklinde başlayan içsel sorgulamasına verdiği cevap aslında çok nettir (s.21). “Bir evin gerçek bir ev olabilmesi için her şeyden önce içinde bir ailenin bulunması gerekmez miydi?” sorusu sokaklarda geçen yaşamının en büyük eksikliğini ortaya koyar (s.22). Yine de sokaklar Emir’in hayal gücü sayesinde eve dönüşür. “Her bir köşesini çok iyi bildiğim bir sokakta yürürken, kendimi bir evin odasında yürüyormuş gibi hissediyorum.” ifadesi hayal gücünün dönüştürücü, var edici ve yaratıcı doğasını da gösterir.

Karakterin deneyimleriyle ve duygu durumuyla yakından ilişkili olarak yeniden tanımlanan mekânlar, sadece olayların gerçekleştiği mekânların ötesine geçerek dinamik bir varlık kazanırlar. Mekân-birey ilişkisinin “yaşanılan coğrafya ile örtük bir düzlemde” ilerlediğini savunan Şengül, bireylerin yaşam deneyimlerinin ve bunların yarattığı duygu dönüşümlerinin mekanlarda karşılık bulduğunu dile getirir. Emir’in bir sokak çocuğu olarak hiçbir şeye sahip olmadığını bilmesi ve fakat hayalini kurabildiği her şeye sahip olduğunu iddia etmesi Tebriz sokaklarının Emir’in iç dünyasına verdiği karşılığın net bir örneğidir. Aslında Emir’in hayatta var olma mücadelesi özünde bir kaçış hikayesidir. Uzun süren savaşın yarattığı erkek kayıpları çocuk asker kavramını ortaya çıkarmış, “gönüllü” çocuk askerler savaşa alınmaya başlanmıştır. Kitap Emir ve arkadaşlarının askerlerden kaçmak için Tebriz sokaklarında koşturmasıyla açılır. Bu gergin ve korku dolu kaçış öyküsü Emir’in bir dükkanın vitrininde kırmızı bir balık görmesiyle yepyeni bir boyuta taşınır. Balığa sahip olma, onu dükkân vitrininden kurtarma hayaliyle yatıp kalkan Emir, savaşın karanlık gerçeğini içindeki heyecan ve umutla örtmeye çalışır. Bu açıdan bakıldığında dükkân, sadece balığın satıldığı bir mekan olmanın çok ötesine geçerek, Emir’i savaş gerçeğinden bambaşka bir gerçekliğe taşıyan bir mekâna evrilir. Dahası, Emir’in güvendiği isimlerden Doktor Samed’in kara balığı, Emir’in kırmızı balığına kavuştuğunda kurgu ve gerçek arasındaki ayrım iyice incelir. Balpınar’ın İranlı yazar Samed Behrengi’nin “küçük kara balık” karakterini kurgusuna dahil etmesi, sokağın acı gerçeğini de hayalle buluşturur. 

Umut Sokağı Çocukları ve Dünyayı Sırtında Taşıyan Balık romanları gibi bir evsizlik anlatısı olan Kuş Olsam Evime Uçsam (2016), ana karakter Beşir’in evine dönemeyeceği gerçeğini kabul etmemesi üzerine kuruludur. “Savaş bitince dönsek ya? Bekler evimiz bizi” cümlesi çocukların evleriyle kurduğu bütünleşik ilişkiyi örneklendirirken, çocuğun-mekân ilişkisinin temelde güven hissi üzerine kurulduğunu da gösterir (s. 24). Fiziki mekân Halep’ten ailesiyle beraber kaçan Beşir, tıpkı Havva ve Emir gibi mekânı kendi dünyasında yeniden yaratır. Emir’in kırmızı balığı kurtarmak istemesine çok benzer şekilde Beşir de Tartus adını verdiği ıhlamur ağacını yaşatmak için avucunda tuttuğu toprağa saklanmış tohumu yaşatmaya çalışır. Beşir’in umudunu sakladığı tohumu yaşatma inadı aslında kitabın hemen başında “nereye giderseniz gidin, savaşı da yanınızda götüreceksiniz” diye arkalarından bağıran adama, o adamın temsil ettiği karanlık gerçekliğe karşı çocuksu bir isyandır. “Toprak, biraz ülke kokar” diyerek cebine toprak koyan Beşir, Halep’ten Hatay’a, oradan da İstanbul’a uzanan öyküsünde bir mekân olarak Halep’i hep zihninde bıraktığı gibi korur.

Beşir’in zihninde savaş yüzünde yer değiştirenler sadece insanlar değildir. Avucunda tuttuğu toprağın içindeki tohum da vatanından edilmiş, kök salması ve büyümesi engellenmiştir. Sadako Sasaki’nin kâğıt turna kuşları da ev bildikleri toprakların üzerindeki gökte uçamamış, Beşir’in rüyasına gelmişlerdir. Emir’in kırmızı balığını küçük kara balıkla buluşturması misali, Beşir de Sadako’nun kuşlarını 1000’e tamamlama görevini üstlenerek savaş gerçeğine yine edebiyatın algısal mekânından bakar. Beşir Halep’e bir daha dönemez ancak hayallarinde ve rüyalarında orada yaşamaya devam eder. Tıpkı Bachelard’ın poetikasında olduğu gibi Halep, Beşir için artık “poetik bir hayal”dir:

Poetik hayal, bir itkiye tâbi değildir. Bir geçmişin yankısı değildir. Bunun tam tersidir daha ziyade: uzak geçmiş, bir hayalin parlamasıyla, yankılarla tınlar. Bu yankıların hangi derinliğe kadar yansıyacağı ve hangi derinlikte söneceği, hiç mi hiç kestirilemez. Yeniliği ve etkinliği içinde poetik hayal, kendine özgü bir varlığa, kendine özgü bir dinamizme sahiptir (2017, s.8).

Karakterin zihninde poetik bir hayale dönüşen mekân, görünen, yaşanan, dokunulan fiziki mekân olmayı bırakmış, zihinde yeni bir ontolojik varlığa bürünmüştür. Bachelard’ın “varlığın eşiğinden konuşur” dediği şair gibi Beşir de zihnindeki hayalin eşiğinden  ve hatta o hayalin tam içinden konuşur. Hayalin/Algısal mekânın varlığı, zihinde ne kadar yer bulduğuna ve başka zihinlerde ne ifade ettiğine bağlı olacaktır.

Yazının başında da altı çizildiği gibi karakterin algısal mekânının okurunkiyle karşılaştığı noktada ortaya çıkan yeni okumalar edebiyatta mekân konusunun ne kadar dinamik ve sınırsız olduğunu göstermektedir. Özellikle savaş ve ölüm gibi zor, hassas ve sorun olarak nitelendirilen konuların roman karakterlerinin hayal gücü aracılığıyla okura aktarılması okur nezdinde ihtiyaç duyulan bu geçişgenliğe de cevap vermektedir. Bahsi geçen konuların yarattığı sıkışmışlık duygusu, mekânın devingen doğasıyla rahatlatılırken, insan-mekân ilişkisi aidiyet, bellek ve kimlik kavramlarını da düşündürten okumalarla yeniden tanımlanır. 

Kaynakça

Balpınar, Özgür. (2020). Dünyayı Sırtında Taşıyan Balık. İstanbul: Timaş Yayınları.

Bachelard, Gaston. (2017). Mekanın Poetikası. (Çev. Alp Tümertekin). İstanbul: İthaki Yayınları.

Kıral, Gülsevin. (2014). Umut Sokağı Çocukları. İstanbul: Günışığı Kitaplığı.

Köseoğlu, Emine. (2022). Edebiyatta Algısal Mekan. Yapı Dergisi, 473, 40-41.

Kundera, Milan. (2001). Bilmemek. İstanbul: Can Yayınları.

Öztürk, Güzin. (2016). Kuş Olsam Evime Uçsam. İstanbul: Tudem Yayınları.

Şengül, Mehmet Bakır. (2010). Romanda Mekan Kavramı. Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 3(11).

Bu yazıyı paylaşın
error: İçerik koruma altındadır!!
Scroll to Top