İrem Tunay
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, pireler tellal, develer berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, har zamanda, hür zamanda dağların tepesinde sarp kaleli bir ülke varmış. Bu ülkeyi, güleç yüzlü padişah ve eşi şirin sözlü sultan birlikte yönetirmiş. Halk bu padişahı ve sultanı çok sever, onların çocukları olsun istermiş. Fakat bu padişah ve sultan, ülkenin başına çok genç yaşta geçmiş. Onların dilediği, çocuklarının olmasından önce başka diyarları öğrenmekmiş. Gelin görün ki onlardan başka dileyen varmış!
Genç padişah ve sultanın sarayının büyük bahçesinde çok görkemli ve güzel bir nar ağacı varmış. Bu ağacın ne zamandan beri orada olduğunu kimse bilmezmiş. Padişah, sultana nar ağacına çok sokulmaması gerektiğini söylermiş. Padişaha da bunu kendi annesi söylemiş. Rivayet oymuş ki bu ağaç aslında yaşlı bir cadının eviymiş, eğer biri ağaca yaklaşır da narlardan birini koparıp yerse cadı çok kızar ve ona sokulanın başına çok büyük bir bela gönderirmiş. Genç sultan da padişahın ona söylediği gibi, çok merak etmesine rağmen, ağaca yaklaşmazmış.
Gel zaman git zaman, genç sultan bu nar ağacını geceleri rüyalarında görür olmuş. Ağaç ona yanına gelmesini, ona bir hediyesinin olduğunu fısıldıyormuş. Sultan, rüyasını sarayın müneccimlerine yorumlatmış. “Aman sultanım!” demişler, “Eğer ağaca giderseniz ülkenizin başına öyle birini musallat edecek ki bu kişi, kadınların senelerdir gizlediği çiçeklerini açık edecek! Tüm düzeni bozacak!” Bu ülkede, tüm kadınların eteklerinde her ay nar çiçekleri açarmış. Fakat kadınlar bu güzel nar çiçeklerinden korkarmış. Eteklerinde çiçek açmayanlar, kadınları cadı sanmasın diye kadınlar çiçeklerini her ay saklarmış. Genç sultan da çiçeklerini herkesten saklarmış ve bu çiçekleri birinin açık edeceği korkusundan kendini bir odaya kapatmış. Herkese şöyle emretmiş: “Eğer bu odadan çıkıp nar ağacına yaklaşmak istersem sakın bana izin vermeyin!”
Sultanın nar ağacından uzak durmak istediğini duyan padişah, nar ağacının çevresine büyük bir hendek açtırmış ve hendeğe su doldurtmuş. Nasıl oluyorsa hendek ertesi sabah kendiliğinden tekrar toprakla doluyor ve nar ağacı, suyun hepsini çekip daha da serpiliyormuş. Bu o kadar uzun zaman tekrar etmiş ki artık ağacın tepesi bulutlardan görülemez olmuş. Ağaç serpilip büyüdükçe genç sultan odasında eriyormuş. Ne yemek yiyor ne su içiyormuş. “Beni ağaca götürün!” diye ağlayıp kendinden geçiyormuş. Genç padişah, sultanını kaybetmekten çok korktuğu için belayı göze alarak onu odasından çıkarmış. Çünkü onlardan başka dileyen varmış!
Genç sultan, odasından çıktığı gibi ağaca doğru koşmaya başlamış. Ağacın dibine vardığında uzun beyaz saçlı, nur yüzlü, gök gözlü, eteklerinde kurumuş nar çiçekleri olan bir nenenin ağaca dayanıp oturduğunu görmüş. Sultan, bu nenenin ağacın cadısı olduğunu anlamış ve korkudan hiç konuşamamış. Aslında gök gözlü nene, hiç de kötü görünmüyormuş. Sultana oturmasını söylemiş. Nenenin elinde kocaman ve kıpkırmızı bir nar varmış. Narı bir vuruşta ikiye ayırmış. Birinci dilimi genç sultana yedirirken “Cesur olsun!”, ikinci dilimi yedirirken “Yolundan dönmesin!” demiş. Genç sultan, gök gözlü cadıya hiç itiraz etmeden dilimleri yemiş ve her dilimde gücü yerine gelmiş. Nar bittiğinde cadı da ortadan kaybolmuş.
Genç sultanın narı yemesinin üstünden dokuz ay geçmiş, sultanın karnı şiştikçe şişmiş. En sonunda sancılanmaya başlamış. Bebek doğunca tüm ebeler çok şaşırmış. Hepsi, bir şehzadenin doğacağını bekliyormuş. Gel gelelim, doğan bebek kırmızı yanaklı bir sultancıkmış! İş bu ya, onlardan başka dileyen varmış!
Bebeğin bir kız olduğunu öğrenen genç padişah ve sultan çok mutlu olmuş. Müneccimlerin kehaneti belki doğru çıkmaz, nar ağacı belki de lânet getirmez diye düşünmüşler ve artık ondan korkmamaya başlamışlar. Padişah, bu minik sultanı ipeklere sarıp nar ağacının altına götürmüş, “Canım kızım! Adın ‘Narkız’, bahtın kutlu olsun!” diyerek küçük sultancığa adını vermiş.
Gel zaman git zaman Narkız büyümüş ve bahçeye çıkıp cıvıl cıvıl oynayan bir kız çocuğu oluvermiş. Anne ve babası, onun doğumunu ve çektikleri zorluğu çoktan unutmuş. Günler, aylar, yıllar geçmiş. Bir sabah uyandığında Narkız, eteklerinde nar çiçeklerinin açtığını görmüş. Çok korkmuş. Durumu gören sultan annesi ve sarayın kadınları ona gülmüşler. “Artık genç kız oldun Narkız, sakın korkma. Bütün kadınların eteklerinde nar çiçekleri açar!” demişler. Narkız’a, eteklerinde açan nar çiçeklerini saklamayı ve bunların ne zaman tekrar açacağını iyice anlatmışlar. Narkız, gel zaman git zaman eteklerinde açan nar çiçeklerine alışmış ama onları neden gizlediklerine bir türlü anlam veremiyormuş. Halbuki nar çiçekleri ne güzel, ne büyülüymüş! Çiçeklerini sevmesine rağmen onlar açmaya başladığından beri aynada artık tanıyamadığı bir beden görüyormuş. Çocukların oynadığı oyunlar ilgisini çekmiyor, çok bunalıyormuş. Öyle bunalmış öyle bunalmış ki bir gün şehre inmeye karar vermiş. Padişah babası, bu isteğini kabul etmiş ve ona boz renkte bir at hediye etmiş. Bu at, sultanın yediği narların kabuğunu yiyen bir kısraktan, Narkız’la aynı zamanda doğmuş. Padişah, bu atı yıllarca kızı için yetiştirmiş. Narkız, atını o kadar sevmiş o kadar sevmiş ki ona “Nartay” adını vermiş. Birlikte yola düşmüşler.
Narkız şehre indiğinde onun büyümüş olduğunu gören kadınlar çok şaşırmış. “Bahçeni kimseye açma Narkız!”, “Çiçeklerini koru!” diye ardından bağırıp durmuşlar. Narkız’ın çiçekleri açmaya başladığından beri herkes ona öğüt verir olmuş. Bu öğütlerden çok sıkılan Narkız, Nartay’ın kulağına eğilip “Götür beni buradan!” demiş. “Nar çiçeklerim tekrar açmak üzere. Onları kimse görmemeli! Yoksa çok utanırım.”
Sarayına dönen Narkız, büyük nar ağacının gölgesine çekilmiş, onun gövdesine sarılarak uzun uzun düşüncelere dalmış. Çiçekleri açıyor diye neden utandığını anlamaya çalışmış, bir türlü anlayamamış. Ülkedeki tüm kadınlar utandığına göre, o da utanmalıymış herhâlde. Bir tek bu ağacın yanında ve Nartay’layken içinde bir sıkıntı hissetmiyormuş. Günler, nar ağacının gölgesinde böyle geçip gidiyormuş.
Kızlarının günden güne içine kapandığını gören padişah ve sultan, onun on altıncı yaş günü için büyük bir şölen hazırlamaya karar vermiş. Uzak diyarlardaki krallıklardan, Kaf Dağı’nın ardındaki Peri Padişahı’nın ülkesinden misafirler çağırılmış. Saray daha önce görülmemiş bir şekilde süslenmiş, daha önce tadılmamış lezzette yemekler yapılmış. Bütün ülke bu şölene hazırlanıyormuş. Şölen günü gelip çatmış. Gelin görün ki tam şölen gününde Narkız’ın eteklerinde tekrar nar çiçekleri açmış. Narkız, hemen eteklerindeki çiçeği gizlemeye kalkmış, şölene böyle katılamazmış. Fakat ondan başka dileyen varmış!
Şölene katılmadan önce Narkız, bahçeden birinin ona seslendiğini duymuş. “Narkız! Narkız!” Bu sesi daha önce hiç duymamış. Penceresinden dışarı doğru baktığında ne görsün? Can dostu Nartay, ona sesleniyormuş. Narkız, çok şaşırmış. Çünkü daha önce konuşan bir at görmemiş, Nartay da onunla bugüne kadar hiç konuşmamış. Şaşkınlığını atlatamayan Narkız daha cevap veremeden Nartay konuşmaya devam etmiş: “Narkız! Seni Narana çağırıyor! Nar ağacına gitmeliyiz.”
Küçük sultan, heyecan ve şaşkınlıkla bahçeye doğru koşmuş ve Nartay’la birlikte ağaca doğru giderken “Sen nasıl konuştun? Hem kimmiş bu Narana?” diye sormuş. “Her şeyin bir zamanı vardır, Narkız.” demiş Nartay. “Daha önce konuşsaydım beni dinlemezdin. Narana, nar ağacının sahibi.” Nar ağacının bir sahibi olduğunu daha önce hiç duymamış küçük sultan. Ama senelerdir tanıdığı birini görmeye gider gibi hissediyormuş.
Ağacın yanına vardığında ne görsün? Uzun beyaz saçlı, nur yüzlü, gök gözlü, eteklerinde kurumuş nar çiçekleri olan bir nene, ağaca dayanıp oturuyormuş. Daha önce bu yaşlı neneyi ağacın etrafında hiç görmemiş. “Narana sen misin?” diye merakla sormuş neneye. “Benim, küçük kız.” demiş Narana. Ne kadar şefkatli bir neneymiş bu! “Çok uzuuun seneler evvel ben de senin gibi küçük bir kızdım. Açan çiçeklerimden niçin utandığımı düşünüp dururdum. Çiçeklerim açınca utançtan nereye saklanacağımı şaşırırdım. Sen de çiçeklerinden utanıyorsun değil mi?” Narkız, yüzünü yere eğmiş, “Evet.” demiş. “Ama ben de neden utandığımı bilmiyorum.” Narana gülümsemiş, “Bir gün ben istemeden çiçeklerim aniden açıverdi. Herkes çiçeklerimi gördü. Çiçeklerimi görenler bana cadı dedi, beni dışladılar, alay ettiler.” diye anlatmış. “Hiiih!” demiş küçük sultan endişeyle, “Sonra ne yaptın?” “Bir de baktım ki, utancım bu nar ağacını yaratmış ve beni de içine hapsetmiş. Senelerce çiçeklerimin bilgeliği bu ağacı ve beni besledi. Görenler, bunu bir kara büyü sandılar. Bunu biri değiştirmeli, Narkız. Bunu değiştirmek için çiçeklerini saklamadan şölene katılmalısın.” diye cevap vermiş Narana. Narkız ağlayıp sızlamaya, bunu asla yapamayacağını söylemeye başlamış. Ama nafile! Yaşlı nene çok inatçıymış. Eğer Narkız bunu yapmazsa pek çok genç kız utançtan ağaçların içine hapsolabilirmiş. “Cesur ol Narkız, yolundan dönme!” demiş Narana. Bunu duyan küçük sultan ikna olmuş. Bu aldığı en iyi öğütmüş.
Narkız, çiçek açmış eteğini savurarak şölene girdiğinde onunla alay edecek, kötü sözler söyleyecek, ondan kaçacak, onun için utanacak pek çok insan olacakmış. Bunun için Narana, Narkız’a bir büyü öğretmiş. Narana da bu büyüyü kendi çiçeklerinin bilgeliğinden öğrenmiş ama doğru zamanda yapamamış. Büyüye göre Narkız, kim ona ne söylerse söylesin kulak asmadan çiçek açmış etekleriyle anne ve babasının tahtına doğru yürümeliymiş. Duydukları yüzünden asla yolundan dönmemeliymiş. Bu büyü, cesaret olmadan yapılamazmış. Büyüyü öğrettikten sonra Narana, ortadan kaybolmuş. Narkız bir de ne görsün? Koskoca nar ağacı da Narana ile yok olmuş. Narkız, Narana’nın kurtulduğunu düşünmüş ve sevinmiş. Atlamış Nartay’ın sırtına, sarayın yolunu tutmuş.
Narkız, Narana ne dediyse onu yapmış. Anne ve babasının tahtına doğru çiçek açmış etekleriyle yürürken tıpkı Narana’nın dediği gibi pek çok misafir ona kötü sözler söylemiş. “Pissin Narkız!”, “Utanmıyor musun?”, “Senin yerinde olsam yerin dibine girerdim!” demişler. Narkız utançtan ağlamamak için kendini zor tutuyormuş ama büyüyü yapmaya kararlıymış. Kimse bir daha ağacın içine hapsolmamalıymış.
Narkız, tahtlara doğru yürürken anne ve babasının korku içindeki gözlerini görmüş. Fakat buna rağmen anne ve babası ona engel olmaya kalkmamış. Tahtların önüne vardığında misafirlere doğru dönmüş Narkız. Bir de ne görsün? Tüm misafirler boynunu eğmiş, onu alkışlıyormuş. Onlar alkışladıkça Narkız’ın eteklerindeki çiçekler serpiliyor, Narkız güçleniyormuş. Bu nasıl olmuş böyle? Eeee, Narana gibi bir dileyen varmış!
Gel zaman git zaman, ülkedeki diğer kadınlar da Narkız’a özenir olmuş. Narana’nın Narkız’a öğrettiği büyüyü tüm kadınlar yapmaya başlamış ve ülkenin her yanı nar çiçekleriyle dolup taşmış. O gün bugündür, sarp kaleli ülkenin adı Nar Çiçeği Diyarı olarak anılmaya başlamış.
Narkız ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine…
Yazarın Notu:
Geçmişte bir kız çocuğu, şimdiyse bir halk bilimci olarak bu zamana kadar okuduğum masallarda, ergenliğe girmiş bir kızın macerasıyla karşılaşmayı bekledim hep. Güçlü, cesur, atıyla dere tepeyi aşan şehzadeleri, padişahları çok okudum, dinledim. Kadınlar, çoğunlukla erkek kahramanların amacı ya da aracıydı. Bir kadının yolunu anlatan masallar ise genelde kadınların nasıl bir kadın (!) olmaları gerektiğine dair öğütler barındırıyordu. Halbuki kadının büyülü dünyasının ve yolculuğunun anlatılabileceği en güzel türdü masal türü ve ben de bir kız çocuğunun ergenliğe girişini bu türle anlatmayı hedefledim. Ergenliğe yeni adım atmış kız çocukları, bedenindeki değişimlerle, regl döngüsüyle, genç kız olmayı nasıl öğrendiğiyle ilgili bir masal okusun istedim. Ergen edebiyatı içine dahil edebileceğimiz ve olay örgüsü, karakterleriyle bir antimasal olarak kaleme aldığım “Narkız’ın Çiçekleri”ni kendi bedeni ve kimliğiyle yeni tanışan tüm kız çocuklarına armağan ediyorum.