İmparatorluğun Sonu Mu? Çocuk Kitaplarında Sömürgecilik Dönemi ve Sömürgecilik Sonrası Yolculuklar

Clare Bradford

On dokuzuncu ve yirminci yüzyılın çocuk metinlerini okumak, emperyal kültürün aşılandığı metinler okumaktır. Tom Brown’s Schooldays, Su Bebekleri ve Gizli Bahçe gibi eski eserler, etkilendikleri emperyalist ideolojileri açıkça ortaya koyarlar. Bu nedenle, Hughes’un Ragbi’deki okul çağı tasviri emperyalizmle çerçevelenir; bunun nedeni yalnızca Ragbi’deki rejiminin, Tom’un yakın arkadaşı East’in Hindistan’da orduya katılmak için okulu bırakmasında görüldüğü gibi, emperyal maceralara hazırlık zemini oluşturması değil, aynı zamanda oğlanların konumlandığı kavramsal dünyanın yurt ve dışarısı, merkez ve çevre olmak üzere iki bölümden oluşmasıdır. Bu ikili dünyayı Browns kabilesini tasvir eden Hughes şu şekilde ortaya koyar: “[Browns kabilesi] yüzyıllar boyunca, sessiz, inatçı, sade yaşam tarzıyla, [Browns] İngiliz taşrasının çoğunda toprağı denetimi altına almıştır ve Amerikan ormanlarında ve Avustralya’nın yüksek bölgelerinde izlerini bırakmaktadır” (13). Su Bebekleri kitabında, Kingsley’in emperyalist ideolojileri kullanımındaki fark, ırk ve sınıf kavramlarını birleştirmesi ile ortaya çıkar. Tom, Ellie’nin odasına gireceğim derken yanlış bacadan aşağı inince, aynada “bitkin bakışlı, sırıtan, biraz çirkin, üstü başı yırtılmış ve kömür olmuş” yansımasıyla göz göze gelir (19). Tom’un ev ekonomisindeki aşağı konumunun göstergesi olan bacanın kirliliği, İngiliz emperyalizmiyle sömürgeciliğe uğramış halkın siyahlığı üzerine kurgulanmıştır. Öte yandan, Tom’un orta sınıfa yükselişi, beyaz sömürgeci bir adama dönüşmesiyle birlikte gerçekleşir. “Tom demiryolları, buhar motorları, elektrikli telgraflar, yivli silahlar ve benzeri şeyler tasarlayabilir.” (243-44) Gizli Bahçe kitabında ise, Frances Hodgson Burnett Hindistan’ı düzensizlik, tehlike ve hastalıkla damgalanmış bir yer olarak anlatır, bu nedenle Mary’nin Britanya’ya dönüşü, onu hem fiziksel hem de psikolojik sağlığına tekrar kavuşturur. (bkz. Cadden; Phillips).

Bu metinlerde, Britanya İmparatorluğunun en uzak köşelerindeki topraklar ve yerli halk, sömürgeci söyleme içkin bir düşünce üretmek ve geliştirmek için “Ötekileştirilmiştir”. Bu düşünce, Avrupa’nın (ve bu üç metinde Britanya’nın) diğer ülkelerin ve halkların kıyaslandığı bir standart/norm oluşudur. “Ötekileştirme” sorunsuz bir süreç değildir, nitekim sömürgeci söylem, Peter Hulme’un “Klasik Sömürge Üçgeni” olarak adlandırdığı, “Avrupalı, yerli halk ve toprak arasındaki ilişki” konusunda endişelerle doludur (1). Bu sebeple, Tanrı’nın çocukları olarak tüm insanların eşitliğini savunan bazı İsevi söylemler, beyazların diğer ırklardan üstün olduğunu savunan ve bu kişilerin topraklarına el konmasını tasdik eden sömürgecilik söylemiyle sık sık çatışır (bkz. Bradford). Bununla birlikte sömürgecilik üzerine yazılmış metinler, içerdiği belirsizliklere ve zaman zaman baskın ideolojilere karşı direnişlerine rağmen genellikle; kendi ve öteki, medeni ve vahşi, beyaz ve siyah gibi ikili karşıtlıklarla yazılır.

Sömürgecilik sonrası metinler, bu tartışmanın tanımlamaya ve analiz etmeye çalıştığı daha karmaşık ve karşıt birtakım söylemsel pratikler bütünü olarak bilinir. Sömürgecilik sonrası derken sonrası kelimesi, sömürgeciliğin baskın olduğu dönemi sonraki dönemlerden ayırmak için kullanılsa da birçok kuramcı böylesi yekpare bir terimin gizlediği kültürel ve tarihsel farklılıklara, geçmişte sömürgeleştirilmiş olan (Kuzey Amerika, Güney Afrika, Hindistan, Avustralya gibi) ülkelerde sömürge yönetiminin sonuçlarının iktidar ve özellikle de toprak için yapılan günümüzdeki mücadelelerde ortaya çıktığı gerçeğine dikkat çeker. (McClintock 9-14; Dirlik 503-4; Gandhi 1-5). Bu nedenle sömürgecilik sonrası kavramını, emperyal projeye atıfta bulunan değişken ve belirsiz anlamları içerecek şekilde kullanıyorum.

Sömürgecilikten sonra, bağımsızlığını yeni kazanmış devletlerde yaygın olan bir özellik, Leela Ghnadi’nin “sömürgecilik sonrası hafıza kaybı” (4) olarak kavramsallaştırdığı, sömürgecilik döneminde yaşanan acı dolu olayların “unutulması”dır. Örneğin, Avustralya 1901’de ulusal birliğe ulaştıktan sonra, antropolog W.E.H. Stanner’in 1968’de “ulusal ölçekte unutma tutkusu” (25) olarak tanımladığı; Aborjinlerin, beyaz yerleşiminin ardından katlandıkları şiddet ve mülksüzleştirmenin karşısında aslında çok şey anlatan sessizliği yaşanmıştır. Avustralya’da yirminci yüzyılın başlarında yazılan çoğu çocuk kitabında Aborjinler, Avustralya tarihinden tamamen çıkartılır veya beyazların kahraman ve siyahilerin vahşi düşman olarak anlatıldığı hikayeler üretmek için tarihsel olaylar yeniden yazılır; bu sayede çocuklar, kendilerini beyaz bir Avustralya vatandaşı ve ilk yerleşimcilerin geleneğinin varisi olarak görecek şekilde konumlandırılırlar. Bu tür stratejiler, yeni bir ulusal kimlik oluşturmak için geçmişin bazı öğelerini silmeyi amaçlar. Ancak geçmiş, özellikle önceden sömürgeleştirilmiş halkların kolayca unuttuğu bir şey değildir. Edward Said’in de belirttiği gibi, bugünün yorumlanması, “geçmişin gerçekten geçmiş, bitmiş ve sonuçlanmış olup olmadığını veya farklı biçimlerde de olsa devam edip etmediğini” anlayabilmek, çoğu zaman geçmişin yeniden okunmasıyla gerçekleşir (Kültür ve Emperyalizm 1). Sömürge geçmişi, sömürgecilik sonrası yazılan çocuk kitaplarında çeşitli şekillerde tekrarlanır, yeniden yazılır, tartışılır ve gerilimli, çelişkili anlamlar içeren eserler ortaya çıkar. Bu, iki sebepten dolayı yapılır: birincisi, sömürgeleştirilmiş insanların seslerini geri kazanmayı ve hikayelerini anlatmayı amaçlayan maduniyet çalışmalarının etkisi; ikincisi, sessizlik ve unutma stratejilerinin sadece sömürgecilik geçmişini bastırması, ve iyileşme sürecinin sıklıkla acı verici ve yüzleşmeye dayalı olmasıdır.

Yolculuk ve seyahate çıkmaya ilişkin mecazlar, sömürgecilik sonrası metinlerde öne çıkar; bu metinlerin çoğu, sömürgeciliğin tarihte nasıl geliştiğini anlatır, yeniden inceler ve bir çeşit taklidini ortaya koyar. Bu makalede İngiliz edebiyatına ait iki metni ele alıyorum: Roald Dahl’ın 1964’te ilk kez yayınlanan Charlie’nin Çikolata Fabrikası ve Penelope Lively’nin The House in Norham Gardens (1974) başlıklı kitabı, birbirlerinden oldukça farklı olmalarına rağmen ikisi de imparatorluk ve sömürge arasındaki ilişkilerin belirli yönlerini konu alır. “İmparatorluğun geri yazmasına [the Empire writing back]” örnek olarak Avustralyaya ait iki metin olan, Pat Lowe ve Jimmy Pike’ın Jimmy and Pat Meet the Queen (1997) ve Tohby Riddle’ın Royal Guest (1993) baslıklı eserleri ve Yeni Zelandaya ait bir metin olan, Paula Boock’un Sasscat (1994) başlıklı eserini seçtim. Beş metinde de karakterler ya Britanya’dan ya da Britanya’ya yolculuğa çıkarlar. Charlie’nin Çikolata Fabrikası’ndaki Umpa Lumpalar Lumpaland isimli bir diyardan, Willy Wonka’nın çikolata fabrikasında bulunan emperyal merkeze seyahat eder; The House in Norham Gardens‘da, on dört yaşındaki Clare, antropolog büyük büyükbabasının 1905’te Yeni Gine’ye yaptığı yolculuğa kafayı takmış durumdadır. Hem Jimmy and Pat Meet the Queen hem de Royal Guest başlıklı eserlerde, Kraliçe Elizabeth’in Avustralya’ya yaptığı ziyaretlere odaklanılır; Sasscat‘te, Yeni Zelandalı genç karakter Win, Londra’ya seyahat eder ve kız kardeşi Sass, astronot olma hayali kurar. Bu yolculuklar, sömürgecilik sonrası edebiyatta çok yaygın olan yer ve yerinden edilme temalarını yeniden işler (bkz. Ashcroft, Griffiths ve Tiffin 9), ancak bu beş eserin ideolojileri yekpare değildir. Zira sömürgecilik sonrası, ilerlemecilik ve cesur yeni bir dünyaya geçiş nosyonlarını kuşatsa da, aslında sömürgecilik sonrası metinler, sömürgecilik sonrası kültürlerinin heterojenliğini, sahip oldukları sömürgecilik izleriyle, sömürgeci ideolojilerine hem iştirak etmenin hem de direnmenin oluşturduğu karışımla (Hodge ve Mishra xi-xii), ve neo-sömürgeciliğin eski sömürgelerdeki istikrarsız artışıyla birlikte sergiler.

Bob Dixon’ın öncü çalışması Catching Them Young’da (1977) belirttiği gibi, Charlie’nin Çikolata Fabrikası Willy Wonka’nın sömürgeleştirilen Umpa Lumpalar üzerinde sömürgeci gücünü kullanmasıyla “emperyalizm örneği” (110) olarak işlev görür.2 Dixon, Charlie’nin Çikolata Fabrikası’nın on dokuzuncu yüzyıla ait sömürgeciliği ele alan macera romanlarının ideolojilerine bağlı kaldığını düşünmekte oldukça haklıdır; ancak önemli farklılıklar mevcuttur: Dahl, Charlie’yi 1960’larda, Britanya İmparatorluğunun parçalanmasından sonra yazmıştır; Haggard, Marryat ve Henty adlı kahramanlar, Britanya’dan imparatorluğun “uzaktaki” yabancı ve barbar topraklarına ve sonra tekrardan Britanya’nın güven veren topraklarına yolculuk ederken, Umpa Lumpalar, evleri olan Lumpaland’den Willy Wonka’nın çikolata fabrikasına çalışmak üzere getirilirler. Dahl’ın anlattığı yolculukta, sömürgeleştirilen insanların yerinden edildiği ve ucuz işgücü olarak metalaştırılmak üzere emperyal merkeze topluca taşındıkları görülür. Gerçekten de Umpa Lumpalar iki tür “yerinden etmeyi” temsil eder: Hem Willy Wonka tarafından görevden alınan yerel işçileri yerinden ederler hem de kendileri Lumpaland’deki yerlerinden edilirler. Dahl Willy Wonka’nın işçilerini ne bir topluluk ne de insan olarak görür, sadece fabrikasındaki makineler olarak görür ve bu sebeple ilk tür yerinden edilmeyi göz ardı eder. Umpa Lumpalar’ın anavatanlarındaki yerlerinden edilmeleri, Dahl’ın Lumpaland’i tasviriyle örtbas edilir; ormanları, tehlikeli yaratıklarla doludur ve Umpa Lumpalar tırtıldan başka yiyecek bulamazlar. Bu şekilde Dahl, sömürgeleştirilenlerin anavatanlarını yokluk ve yoksullukla (özellikle kakao çekirdeğinin kıtlığıyla) tanınan bir yer olarak inşa eder, böylece Umpa Lumpalar’ın Willy Wonka’nın fabrikasına “delikleri olan büyük ambalaj kutularda” (68) kaçırılmalarıyla gerçekleşen yolculuğu, Willy Wonka’nın fabrikası gibi bir yerde çalışma ayrıcalığı ve onlara sunulan çikolata çekirdekleri ve alkollü içecekler karşısında önemsiz bir bedel olarak sunulmuş olur.

Dahl’ın Umpa Lumpalar’ı ele alışı, Edward Said’in, sömürgeleştirilen halklara “kendilerinin sahip olamadıkları bir düzen ve güven sağlandığı” (Kültür 23) iddialarıyla Batı’nın sömürgecilik sürecini haklı çıkartma yollarına ilişkin ifadeleriyle birebir uyumludur. Batı’nın cömertlik ve yardımseverlik kurgusu içinde, sömürgeleştirilen halklar bir “hediyenin” alıcıları olarak temsil edilirler; söz konusu halklar homojenleştirilmiş ve bireysellikten yoksun kılınmışlardır. “Biz”den ayrı bir şekilde “onlar” olarak söylemsel figür olarak var olurlar ve görevleri kendilerine gösterilen bu yüce gönüllülüğe şükretmektir. Böylesi bir “özlere ve genelleştirmelere atlama” (Kültür 24), sömürgeci deneyiminin çeşitliliğini ve özgünlüğünü etkili bir şekilde yok sayar. Örneğin, Britanya İmparatorluğunun çeşitli bölgelerinde, köle ticaretinde satılan veya ucuz işgücü olarak sömürülen sömürgeleştirilmiş halkların tarihlerinin üstünü örter. Willy Wonka’nın Umpa Lumpaları etkin bir şekilde köleleştirilmiştir, ancak Dahl, Willy Wonka’nın aracılığıyla, çocukları, bu köleleştirmeyi ödül ve ayrıcalık olarak yorumlamaya iter.

Bu strateji, Willy Wonka’nın Umpa Lumpalar’ı keşfedişini ve “kurtuluşunu” anlattığı bölümde en açık şekliyle görülebilir. Aileler fabrika gezisinde, Umpa Lumpalar’ı önce uzaktan, anlatıcının bakış açısıyla görür. Aşağıda yer alan diyalog, Willy Wonka’nın birinci kişi anlatımına geçiş görevi görür:

“Umpa-Lumpalar!” diye bağırdı herkes aynı anda. “Umpa-Lumpalar!” “Lumpaland diyarından getirttim” dedi Bay Wonka gururlanarak. “Ama böyle bir yer yok ki” dedi Bayan Salt.

“Özür dilerim, kıymetli hanımefendi, ama…”

“Bay Wonka,” diye bağırdı Bayan Salt. “Ben coğrafya öğretmeniyim…”

“O zaman biliyorsunuzdur” dedi Bay Wonka. “Aman ne korkunç bir ülkedir…” (66)

Bir yetişkin olan ve yetişkin gibi davranan Bayan Salt’un aksine, yetişkin olmasına rağmen çocuk gibi davranan, kahkaha ve eğlence dolu, “olağanüstü küçük adam” (57) Willy Wonka, çocuk okuyucuların onu yaşıtları gibi hayal etmeleri ve tıpkı Bayan Salt gibi yetişkinlere (özellikle öğretmenlere) karşı birlikte olduklarını düşünmeleri için bu niteliklerle donatılmıştır. Bayan Salt ve Willy Wonka arasındaki karşıtlık aynı zamanda epistomolojiktir. Bayan Salt teorik bilgiye sahipken (Coğrafyanın “gerçekleri”), Willy Wonka’nın bilgisi Lumpaland’deki tecrübelerine dayanır. Bu stratejilerle Willy Wonka, hedef çocuk okurlara, Umpa-Lumpalar ve diyarları hakkında yetkili bir konuşmacı olarak gösterilir.

Wonka’nın Umpa-Lumpa tasviri (66-68) kendisi (ideal ve idealize edilmiş bir emperyalist) ve sömürgeleştirilen işçileri arasında bir dizi karşıtlık sunar. Wonka, her şeyden önce, bilendir, Umpa-Lumpalar’ın lideri ise fiziksel açlık belirtilerinden ötesini anlama kabiliyetinden yoksundur. Karşıt değerler mekanlara da atfedilir: Wonka fabrikasının ihtişamıyla gurur duyar ve Umpa-Lumpalar anavatanlarını terk etmeye hazırdır. Wonka yetişkin bir bireydir, Umpa-Lumpalar ise daimi çocuklardır; Wonka keyfi yerinde bir gözlemci, Umpa-Lumpalar ise onun sömürgeci bakışının nesneleridir. Hepsinden önce Umpa-Lumpalar, çocuk okurlara sömürgeciliğe uğramış halkların sömürgeci yöneticilerine nasıl davranmaları gerektiğinin ideal bir örneği olarak gösterilir; onlar durumlarından memnun, çalışkan ve minnettarlardır hatta onları ilkel gösteren kıyafetlerini giyerek geldikleri sömürge yerini asla unutmazlar: Ormanda giydikleri kıyafetlerin aynısını giymekte ısrarcıdırlar. Umpa-Lumpalar, “diğerleri” olarak ırksallaştırılıp nesneleştirilerek kitapta “normal” olduğu ima edilen hedef kitle okurundan ayrılırlar. Giyim ve yaşam tarzları Umpa-Lumpaların aksine okurun Britanya’da evde olduğunu belirtir. Dahl’ın sömürgeleştirilmiş halkları anlatış şekli neticede İmparatorluğun yönetimine karşı çıktıklarını veya Umpa-Lumpaların da temsil ettiği “boyun eğmeyi” reddettiklerini, doğru ve uygun diyerek normalleştirilmiş toplumsal ve emperyal etkileşimleri bozduklarını öne sürer. Charlie’nin Çikolata Fabrikası, Batı-Hindistanlıların, Afrikalıların ve Asyalıların Britanya’ya göçündeki büyük artışla aynı yıllarda, Notting Hill ve Nottingham’daki siyahi karşıtı isyanlardan ise 6 yıl sonra çıkmıştır. Bu şekilde sömürgeciliğe uğrayan işçilerin yeteneksiz ve düşük maaşlarla çalıştırıldıkları fabrikalarda robot muamelesi gördükleri toplumsal ve ekonomik bir yapı öne sürer.

Charlie’nin Çikolata Fabrikası sömürgeciliği teşvik ederken sömürgeleştirilenlerin tekdüzeleştirilme ve “ötekileştirme” stratejileri, on dokuzuncu yüzyıl metinlerini çağrıştırır. Buna karşın Penolope Lively’nin The House in Norham Gardens isimli kitabı sömürgecilik sonrası çatışmayı ve belirsizliği karmaşık ve üstü kapalı şekilde anlatır. İki metin de Mary Louise Pratt’in “temas bölgesi” olarak bahsettiği sömürgecilerin ve sömürgeleştirilenlerin toplanıp güç ve nüfuz hakkında tartıştığı “sömürgecilik karşılaşmalarının alanını”(6) irdeler. Tıpkı Umpa-Lumpaların Lumpaland’deyken “orada” olduğu gibi, Charlie’nin Çikolata Fabrikası sömürgeci hiyerarşilerin Willy Wonka’nın Fabrikası olan “evde” sürdürüldüğü fikrini destekler. Buna zıt olarak The House in Norham Gardens 1970’lerin Britanyası ile sömürgecilik dönemi Yeni Ginesi arasında bir temas bölgesini zaman ve mekandaki değişimlerle bir diğerine karşı tutar. Romanın kahramanı Clare Mayfield emperyalizmin zaman kapsülü denebilecek bir Oxford evinde iki büyük teyzesiyle birlikte yaşamaktadır. Ev Clare’in “acayip yerlere gidip geriye bir şeyler getiren” (21) antropolog büyük-büyük babasının eşyaları ve defterleri ile doludur. Clare kilerde Yeni Gine’den getirilmiş ahşaptan oyma bir kalkan olan tamburanı bulur ve kendisini bu cismin tarihine ve kültürel önemine kaptırır. Nihayetinde bu kalkanı Ulusal Tarih Müzesine bağışlar. Tamburan burada büyük-büyükannesinin ismiyle anılan bir koleksiyona dahil edilir. Tamburan, romanın kültürel ve tarihsel farkının bir sembolüdür. Clare’in, 14 yaşındaki haliyle hem benzerlikler hem de farklılıklar gösteren bir yetişkine bürünme hissi ve “halalarını” konu alan yaşlanma, fiziksel değişiklikler ve ölüm gibi temaları iki farklı değer ile çakışan bir anlamı ifade eder:

‘Bu kutup değerler içinde The House in Norham Gardens’daki olaylar, mekan ve zaman ile bağlantılı semboller ve düşünceler etrafında gerçekleşir. Apartmana dönüştürülmüş eski ve yeni binalar arasında mahsur kalan on dokuz odalı Victoria dönemi ev Clare’in kütüphanede bir şeyler okuyup etrafını gözlemleyen halaları, eski fotoğraflar, çiniler ve adı “Büyük Niagara” olan kahverengi maun kasesi mor çiçeklerle çevirili bir sarnıcı olan eski tuvaleti ile geçmişle doludur ve çağdaşlıkta uzaktır (18)’. Anlatım kronolojik olarak Clare’in hayatındaki birkaç ayı (kıştan ilkbahara) takip ederken, her bölümün başında bir dizi geçmişi anımsama sahnesi; tamburanın ait olduğu Yeni Gine köyünün sömürgeleştirilme sürecini şu şekilde izler: 1905’te Avrupalıların köye gelişi, kadim kültürün istikrarsızlaştırılması, ormanların yıkımı, kültürel kimliğin kaybı ve kabilenin modernleşme yolculuğu. Diğer bir deyişle, anlatı sömürgeciliği bu şekilde temsil eder ve Lively’nin temsil etme şekli, dayandığı epistemolojinin sınırlamalarını ortaya serer.

Dahl’ın Umpa-Lumpalar’a yaptığı muamele sömürgeleştirilenlerin aşağılık görüldüklerini açıkça anlatırken, Lively’nin Yeni Gine kabilesinin tasviri tıpkı romanın vadiyi ilk betimlemesinde de görülebileceği gibi pişmanlık ve nostaljiyle doludur:

Bir ada var. Adanın kalbinde ise bir vadi. Vadide, mavi dağların arasında bir adam bir tahta parçasının önünde diz çöker. Tahtayı boyar – bazen bir fırçayla, bazen parmaklarıyla. Adamın esmer teni baştan aşağı kırmızı, sarı ve siyah gibi canlı renklere boyanmıştır, yıl 1900 İngiltere’de kraliçe ise Victoria’dır. Adam İngiltere’den uzak, dünyanın öbür ucunda, yani beş bin yıl uzaktadır. (7)

Ada, vadi, dağlar ve diz çökmüş adam, İngiltere’den uzaklıklarıyla tanımlanan ve değerlendirilen Avrupai bir bakışın nesneleridir. Anlatı, bilgili bir gözlemcinin varlığını ima ederek vadiyi ve boyanmış adamı, modernitenin yayılmasına karşı savunmasız bir şekilde yansıtır. Aynı zamanda, yapılan zaman karşılaştırılması (“Adam İngiltere’den uzak…yani beş bin yıl uzakta”) anlatıcı ile boyanmış adam arasında aşılamaz bir uçurum oluşturur. Otoriterliği, bilgeliği ve farklılığı vurgulamasıyla bu kesit, oryantalizmin söylemsel stratejilerini kullanır. Said’in tabiriyle bu stratejiler “tüm bir manipülasyonlar dizisi” (Orientalism 40) aracılığıyla kendini tanımlar ve bu şekilde Şark’ın araştırılmasını emreder. Lively’nin anlatımında Yeni Gine kabile üyeleri sömürge öncesinde uyum ve nizam içerisinde yaşarlar: “Yaşamın gizemini ritüellerle kutlarlar” (37). Fakat kültürleri farklı olmasıyla tanımlanır. Onlar “hiçbir etkiyi tanımamış, hiçbir beceri öğrenmemişlerdi” (37). Tabii anlatıcı tarafından bilgisi ve ideolojik duruşu düzgüsel değerlendirilmiş kişiler olarak hiçbir etkiyi tanımamış ve hiçbir beceri öğrenmemişlerdi.

Burada başvurulan bilgi sistemi antropolojinin bilgi sistemidir: Özellikle de The House in Norham Gardens’ın da yayınlandığı 1974’te öne çıkan toplumsal antropoloji modelidir. Avustralyalı antropolog Gillian Cowlishaw, yaygın olarak “aborjin sorunu” olarak isimlendirilen durumu “halletmek” için Avustralya’da antropolojinin nasıl kullanıldığını anlatır; fakat eski sömürgelerdeki kullanım alanlarından daha kapsamlı bir şekilde bahseder: “Üniversite temelli bir bilim dalı olarak kuruluşundan beri altında yatan kültürel çalışmalarla ilişkili, belirtilmeyen etik bir görev vardı.” Bu görev, antropolojinin o kültür hakkında uygun politikayı geliştirmek için kullanılacak uzman bilgisini sağlamasıydı “(22).

Tam olarak Lively’nin Yeni Gine kabilesi tasviri, kabilenin çıkarlarına dair bir “uzman bilgisi” oluşturduğu yönündedir. İşte kabilenin sömürgeleştirilmesi hikayesindeki son bölüm:

Kabile için evler ve yollar yapılır. Araba sürmeyi, konserve açmayı; telefon, kibrit ve tornavida kullanmayı öğrenirler. Onlara uymak zorunda oldukları kanunlar verilir: birbirlerini öldürmeyecek, vergilerini vereceklerdir. Radyo dinlerler ve artık tamburan yapmazlar. Fakat geceleri hayallerle doludur. Kabilenin çocukları okuma yazma öğrenir: Ahşap sıralara oturur başları aşağıda kağıda yazıp çizerler. Bir gün tekrar keşfedecekler tamburana olan ihtiyaçlarını, ve yeni tamburanlar yapacaklar; kendileri, çocukları ve onların da çocukları için. (165)

Bu pasajın altında yatan varsayımlar Batı kanunlarının vahşeti önleyeceği (“birbirlerini öldürmeyecek…”) ve kabile üyelerinin Batı yaşam tarzını simgeleyen öğeleri (evler, arabalar, telefonlar, konserve açıcılar) kucaklayacaklarıdır. Modernliğe girişleri tamburan yapmalarına engelse, okuma-yazmanın lütfu kabilenin çocuklarının “yeni çeşit bir tamburan yapmalarını” mümkün kılacak, fakat bu yalnızca kabileye yerleştirilen Batı bilgi sistemi ile mümkün olacaktır.

Bu sömürgeleştirme hikayesi, Clare’in tamburanlarının geri dönüşünü arayan kabile üyelerini gözlemlediği bir dizi rüyayla kesişir. Rüyaları, ciddileşip şiddetlendikçe, Clare’in öznellik arayışını temsil ederler. Daha da önemlisi rüyalar, büyük-büyük babasının Avrupalı ziyaretçilerini ilk başta ataları zanneden kabile üyelerinden tamburanı alarak ne kadar büyük bir hata yaptığını açık ederler. Clare büyük ölçüde antropolojik bilgiye uygun olacak bir çözüm arar. Ugandalı arkadaşı John Sempebwa, kitapta yerli insanlar üzerinde bir otorite olarak yazılmıştır. Kendi söylemine göre John “kabilesizleştirilmiş bir Afrikalı” (75); dahası bir antropoloji öğrencisidir.  John Sempebwa, Clare’e Yeni Gine kabilelerinin “tambura yapmayı bıraktıklarını 20. yüzyıla girer girmez neden veya nasıl tamburan yaptıklarını unutmuş gibiler”(99) dediğinde kültürel devamsızlık ilkesi desteklenmiş olur: Sömürgecilik, tamburanı yapan boyanmış insanların kültüründen kesin bir ayrım gerçekleştirmiştir. Clare’in “ait olduğu yerde olamıyorsa, olabileceği en iyi yer bir müzedir”(169) sonucuna varışı artık “ait olduğu yer” diye bir yerin olmayışını ima eder. Böylece müze ve antropolojinin yöntemsel oluşumları nesnenin ve taşıdığı kültürel anlamların koruyucusu haline gelir.

Lively’nin Yeni Gine kabilesini yansıtış şekli tabii ki sömürgecilik ilişkilerinin Charlie’nin Çikolata Fabrikası’nda işlenenden çok daha kademeli bir yansımasıdır. Ancak yayımlanmasından yirmi beş yıl sonra, hatalı olduğu noktalar açıkça görülebilir. Yeni Gine kabile üyeleri (ve Clare’in rüyalarındaki figürler antropolojinin ataerkil geleneklerine bağlı olacak şekilde, her zaman erkektirler) ilkelcilik geçmişine hapsedilmişlerdir. Lively’nin kabileyi tasvirindeki kayıp ve pişmanlık hissi, roman boyunca sürekli ima edilen sahnelerin anlamını artırır: boyalı adamın temsil ettiği kabilenin asıl kültürü, yalnızca antropolojik bilgi ile özellikle de müzeler tarafından korunan bir kültürdür. Lively’nin kabilenin sömürgeleştirilmesini yansıtma şekliyle, Yeni Ginelilere hiçbir yol-yordam, kendini sorgulama veya adapte olma kapasitesi atfedilmez sadece pasif bir şekilde atalarının dönüşünü beklerler. Gillian Cowlishaw’ın 1960’ların ve 1970’lerin antropolojik modellerinin özeti Lively’nin kabile tasvirindeki atmosfere ve tona dikkat çekici bir şekilde yakındır: “Yıkım metaforu, karmaşık ve devam eden sömürgecilik olaylarını tek yönlü bir çöküş sürecine sabitlemiştir. Ve buna karşı verilecek tek uygun yanıt nafile bir üzüntüdür.” (25). Dolayısıyla roman, emperyal geçmişe itirazı (Clare’nin büyük-büyük babası bunu örnekler) ve moderniteyi dinamik, çok yönlü ve karmaşık bir durum olarak ayrıcalıklaştırması arasında kalır; böylece durgunluğun, sadeliğin ve durağanlığın somut hali olarak nesnelleştirilen ilkelciliğe romanın karşıt kavramı olarak çelişkili bir şekilde ihtiyaç duyar. The House in Norham Gardens başlıklı eser, Clare’nin yaşlı ve sevimli teyzelerine olan bakışı ve “kalpten öğrenme” eyleminin, zamanla ezberlemekten çok daha farklı olduğunu fark etmesi ile sona erer. Öte yandan, Yeni Gine kabile üyeleri için hayaller mevcuttur, ancak anılar yoktur; sadece geleneğe dair hafif bir bilinç ve bu konuda bir özlem vardır. Ancak, kültür kendini uyarlamak ve dönüştürmek konusunda acizdir.

Pat Lowe tarafından yazılan ve Jimmy Pike tarafından resmedilen Jimmy and Pat Meet the Queen kitabında sömürgecilik, kültürde bir kayba neden olmamaktadır. Bunun yerine, keşfedildiği topraklarda test edilen geleneksel bilgi, çağdaş Avustralya’daki kabile kimliğinin varlığının bir kanıtıdır. Kitabın ana karakteri Jimmy, Batı Avustralya’daki Great Sandy çölünden “bir Walmajarri adamıdır”, karısı Pat ise “İngiltere’den gelmiştir”. Jimmy ve Pat’ın birlikteliğinde örneklenen tarih ve geleneklerin birleşimi, birbirine zıt kalan konuşma ve düşünme biçimlerine dayanan zengin bir komediye izin verir, ancak Jimmy ve Pat başka açılardan da iki kültürün karıştığı bir metindir. Kitap, hem Avustralya’nın arazi mülkiyeti anlayışı üzerine bir kılavuz görevi görmektedir hem de resimli bir kitaptır ve asıl hedef kitlesi, yaşça büyük çocuklardan, ergenlerden ve yetişkinlerden oluşur. Kitabın anlatısı, Pat’ın standart İngilizcesini Jimmy’nin başka yerliler ile konuşurken kullandığı Kreol ile birleştirmektedir ve kitap içi resimleri, Aborijin kültürünün sanat geleneklerini yansıtmasıyla birlikte içinde modern yaşamın izlerini bulmak da mümkündür. Kitap bu yollarla, Pratt tarafından kullanılan bir terim olan, sömürgeleştirilen ve geçmişte sömürgeleştirilmiş insanların kendi kültürleri ile sömürgecilerinin kültürleri arasındaki tartışmalara nasıl katıldıklarını tanımlayan “kültürlerarasılaşmayı” örneklemektedir (6).

Daha önce de belirttiğim gibi, sömürgecilikle ilgili ilk edebi ve kültürel çalışmalara karşı önemli direnişlerden birisi, Leela Ghandi tarafından “‘halkın nihayet konuşmasına izin verme çabası… ve bunu yaparken de … gerçekten ezilenler adına konuşmak veya onların susturulmuş seslerini duyurmak” şeklinde açıklanan maduniyet çalışmalarında somutlaşmıştır. Jimmy and Pat Meet the Queen kitabı, Aborijin halkının yaşadığı mülksüzleştirilmekten bahseder ancak onların umursamazlıkları ve keskin zekâları hiç de suskun değildir. Halkının topraklarının kartiya (beyaz insan) yasası tarafından Issız Kraliyet Arazisi olarak kabul edildiğini öğrenen Jimmy, kraliçeyi arazi üzerindeki sahipliğini somut ve kesin bir testle kanıtlamaya davet eder. Kraliçe “kendi” çölünde suyu nerede bulacağını bilebilir mi? Kraliçe Walmajarrilerin memleketine seyahat etmeyi kabul eder, uzun bir arayış sonucunda kendisinin gerçekten herhangi bir su kaynağını bulamadığı ve arazinin “Walmajarri İnsanlarına” ait olduğu kararına varır (29).

The House in Norham Gardens, kitabında kabile bilgisi ve gelenekleri sömürgecilikten sağ çıkamayarak sadece Batılı bilgi sistemleri içinde ön plana çıkarılırken; Jimmy and Pat kitabında ise buna karşılık Batılı epistemolojiler, sahip oldukları bilgiler toprağın kendisine ve binlerce yıldır yapılan ritüel yolculuğa dayanan Walmajarri’nin kadim ve sürekli gelenekleriyle karşı karşıya getirilir. Lively’nin Yeni Gine kabilesi tasvirini nostalji ile biçimlendirmesi, çağdaşlığı izlemeyen ve geçmişleriyle sınırlanmış olan kültürlerin ilkel doğasına karşı yapılan oryantalist vurgudan kaynaklanır. Jimmy and Pat kitabında anlatılan Aborjin kültürü, geleneksel inançları ve bilgilerini çağdaş Batı kültürünün unsurları ile birleştirir. Jimmy ve Pat, toprakların Walmajari insanlarına ait olduğunu belirten mektuplarında Kraliçe’ye “ailesinden bir süreliğine uzaklaşmanın ona iyi gelebileceğine” dair sinsi bir tavsiyede bulunurlar: Walmajarri halkının geleneksel yolculuk yöntemlerini Suzuki ile Toyota izler. Kültürlerin bu şekilde karışması, hem tümüyle Aborjin hem de seçici bir şekilde modern olan bir takım kültürel biçimi gösterir.

Jimmy and Pat kitabının standart İngilizce ile Aborjin İngilizcesi arasındaki zıtlıklarla birlikte metinlerarası referansları kullanışı, kitapta sömürgecilik hiyerarşilerinde değişimlere yol açmıştır. Burada, Kraliçe, Jimmy ve Pat ile çöl kamplarında tanışır:

Sonra [helikopterde] bir kapı açıldı ve İngiltere Kraliçesi dışarıya adımını attı.

Jimmy ve Pat selamlamak için ona yaklaştılar. Jimmy elini uzatırken Pat, King Gee markalı kıyfetleri içinde reverans yapmaya çalıştı.

“Merhaba yaşlı kadın, ” dedi Jimmy ve Pat onu sertçe dürttü.

Kraliçe Jimmy’nin uzattığı elini tuttu ve “Her şey yolunda mı?” diye sordu zarif gülümsemesiyle.

Pat’e dönüp “Yol nerede?” diye sordu Jimmy.

“Nasıl gidiyor demeye çalışıyor” diye açıkladı Pat, birisi yanlış bir şeyler söyleyecek diye diken üstündeydi.

Jimmy Kraliçeye döndü ve “İyiyim” dedi. (12)

Avustralyalı okuyucular için bu bölüm, ülkelerindeki her kraliyet ziyaretinde bulunan gazeteleri, fotoğrafları, haberleri ve yapılan sözlü yorumları anımsatmaktadır. Özellikle de, kraliçenin arabadan, uçaktan veya trenden inip Avustralyalı tebaası tarafından karşılandığı o bilindik anları hatırlatır. Genellikle bu tür anlar, daha geniş bir kapsamda, bunu izleyen bir kalabalıkla veya kraliyetin soylu varlığı tarafından onurlandırılmak için sıralarını bekleyen bir dizi yüksek mevkili insan ile birlikte resmedilir. Bu kitapta ise kraliçe çölde tek başına yürümektedir, böylece kitabın hedef okuyucuları hem tanıdık hem yabancı bir sahneye tanık olur. Kraliçe, kraliyet ziyaretlerinin adabını, Jimmy’nin “Merhaba yaşlı kadın” şeklindeki kaba söylemini stratejik bir şekilde görmezden gelen “zarif bir gülümseme” ve “Her şey yolunda mı?” selamlaması ile yerine getirir. Ancak “yolunda” kelimesini somut anlamı ile anlayan Jimmy, kraliçenin sosyal hiyerarşileri sürdürmeyi amaçlayan kalıplaşmış ifadeye olan güvenini boşa çıkartır ve konuşmayı kişilerarası ilişkiler bağlamına yerleştirmekte ısrar eder.

A few drawings of people and animals

Description automatically generated with medium confidence

Şekil 1. Pat Lowe ve Jimmy Pike’dan Jimmy and Pat Meet the Queen, s. 16-17. Pat Lowe ve Jimmy Pike’ın izniyle.

Jimmy Pike’ın görseli, üçlünün uyuduğu kampı kuş bakışı şekilde resmeder (şekil 1). Bariz sanatsal eksikliklerine rağmen bu resim, Kraliçe’nin döşeğinin3 ve eşyalarının, Jimmy ve Pat figürlerinin paylaştıkları döşeğin yanına yerleştirilmesiyle güç ve ırk hiyerarşilerini alt üst eder. Çölün demokrasisinde Kraliçe Jimmy ve Pat ile aynı seviyede olsa da, soyluluğunu göstermesinin bir yolu, özenle yanına koyduğu tacıdır. Ancak bu onu yoldaşlarından ayıran tek şey değildir, iki corgi cinsi köpeği Kraliçenin yanında uyurken Jimmy ve Pat’ın av köpeği Jimmy’nin ayakucunda uyur, yoldaşlarının işlevsel ayakkabılarına karşın Kraliçenin topukluları ise göze çarpan bir zıtlık yaratır. Pike’ın sınırlı sayıda öge ve katılımcı kullanımı, “Batı geleneklerinde metaforlarla ilişkili karmaşık bir bağlantı ağı kurmak için minimalist bir sınıflandırma sistemini [kullanan]” geleneksel sanatta yaygın görülen bir özelliktir (Hodge ve Mishra 96). Bu resimde temel unsurlar, Batılı sosyal statü kavramlarını yerinden eden bir ilişki içinde resmedilmiş insan ve hayvan ögeleridir. Kraliçe figürü, Jimmy ve Pat figürlerinden daha küçük resmedilmiştir, bu da tacına ve sosyal statüsüne rağmen çölün yollarında daha toy olduğunu ve yoldaşlarının rehberliğine ihtiyacı olduğunu belirtir.

Sonunda, Kraliçe’nin o toprakların sahibi olup olmadığını kanıtlayacak olan ve arazideki doğal su kaynaklarını bulmasını gerektiren testin vakti gelir. Aşağıda verilen konuşmadaki zengin mizah, kişiler arasındaki yanlış anlaşılmalara ve anlam kaymalarına dayanır:

Kraliçe, uzun saplı gözlüklerini yüzüne kaldırdı ve araziye bakındı, ama bir damla bile su göremedi.

“Burada hiç su yok !” dedi.

“Bok yok!” diye yanıt verdi Jimmy. Pat ise kafasını çalılıklara doğru dönerek yüzünü buruşturdu. “Şu tarafta bir kaynak, öbür tarafta bir kaynak ve tam burada bir tane daha var!” Konuşurken eliyle farklı yönleri gösterdi Jimmy.

“Sana da kaka!” diye yanıt verdi Kraliçe “Bir damla bile su yok burada! Burası bir çöl!”

“Peki, sana göstereyim!” dedi Jimmy (27)

Kraliçenin “Burada hiç su yok !” ve “Burası bir çöl!” iddiaları, Batı’nın (ve kraliçenin) bilgisine verilen üstünlüğü gösterirken “Sana da kaka!” şeklindeki uydurduğu karşılığı ise daha saygın bir İngilizceden halk diline geçişini gösterir ve bu durum aralarındaki hiyerarşinin sarsılmasına neden olur.4 Grubun arazideki su kaynağı arayışının ardından Kraliçe’nin verdiği tepki ise tümüyle halk ağzıdır: “‘Hadi be!’ dedi Kraliçe” (29).5

Bu su arayışı ve bununla bağlantılı olan Kraliçe ve Walmajarri halkı arasındaki rekabet, Batı halk edebiyatının şemaları çerçevesinde anlaşılabilir; ancak arayışın sonucu ve anlatım şeklinin Walmajarri’nin araziye olan sahipliğini desteklemesi, herkesin “sonsuza dek mutlu” yaşayacağı bir son fikrini alt üst eden ironilerle doludur. Bu durum, kitabın iç kapağında, anlatıların gerçekliği ile ilgili geleneksel ifadelerin yer aldığı kısımda aşağıdaki kelimelerle alaylı bir şekilde belirtilmiştir: ”Bu kitaptaki tüm kişiler ve mekânlar gerçektir. Hikâye de doğrudur, ancak çoğu henüz gerçekleşmemiştir.” Lowe burada oldukça hafif bir dokunuşla anlatının ilgili olduğu tarihi ve politik bağlamlara değinir. Kitap, mülksüzleştirme ve el koyma hikâyeleri ile yerli Avustralyalıların kendi topraklarının asıl sahipleri olarak tanınmak ve bu topraklara ilişkin haklarını sürdürmek için verdikleri uzun mücadelelerden bahseder. Özellikle, Jimmy and Pat Meet the Queen kitabı Aborijin kültürünün metinsel ve sanatsal biçim birikimini değerlendirebilmesi üstünde durur. Bu anlatı, Lively’nin temsil ettiği, korunmaları için Batılı bilgi sistemlerine dayanan yerli kültürlerden çok daha farklı bir bakış açısına sahiptir.

Tohby Riddle’ın The Royal Guest kitabı da Kraliçe Elizabeth’in Avusturalya’ya olan bir ziyaretini konu alır ancak bu kitap Avustralya’nın yerleşimci bir koloni olduğu geçmişine atıfta bulunan bir başka sömürgecilik sonrası konudan bahseder. Beyaz yerleşimciler ve Aborjinler arasındaki sömürgesel farklar, Aborjinlerin Büyük Varlık Zincirinde daha alt bir seviyede olduklarının düşünülmesi ve Darwin’in Türlerin Kökeni kitabına göre insan evriminin erken bir aşamasında kalmış bir ırk olarak görülmelerinden kaynaklanan hiyerarşik farklara dayanmaktaydı. Fakat Avustralya’ya yerleşen ve kendilerini yavaş yavaş “Avustralyalı” olarak görmeye başlayan İngilizler ile sömürgeciliğin merkezi olan Britanya’da yaşayanlar arasında da farklı türden ayrımlar ortaya çıkmaya başlamıştı. Bu ayrımlardan bazıları, İngiltere’nin incelikli kültürü ile Avustralya’nın kaba kültürü arasındaki karşılaştırmalarda ortaya çıkmaktadır ancak bu karşılaştırmaya karşılık diğerleri, eski ve bitkin Eski Dünya’ya karşın Yeni Dünya’nın canlılığı ve sağlığını savunur. Riddle’ın, “zor zamanların yaşandığı”, “insanların böyle bir ziyaretin maliyetinin karşılanıp karşılanamayacağını merak ettiği” anları ve “Kraliçe’nin son ziyaretini” anlattığı bu öyküsü, bu karşılaştırmalara gönderme yapar ve onlara karşı çıkar.

A person in a black coat

Description automatically generated

Şekil 2. Tohby Riddle’dan, The Royal Guest s. 3. Tohby Riddle’ın izniyle.

The Royal Guest kitabındaki Kraliçe, mizahi bir şekilde sadece şık bir mavi ceket, kullanışlı kahverengi ayakkabılar, beyaz eldivenler olmak üzere bir dizi özellik olarak temsil edilir ve yüzünde sevecen bir ifade ile bir kol çantası taşır (şekil 2). Riddle’ın umursamaz anlatısı, “Padstowlu Bayan Jones’un” Kraliçe’nin Sydney ziyareti sırasında kraliçeye nasıl bir konaklama teklif ettiğini anlatıyor: “Kraliçe’nin buyurup gelebileceği yeri ve bir şişme bir yatağı vardı. Kraliçe’nin sadece kendi uyku tulumunu getirmesi gerekiyordu” Riddle’ın metninin safa yatan niteliğini, metnin yanındaki, dış cephesindeki detaylar ile 1950’lerin işçi sınıfı evlerinden olan evine işaret ederek, gösterge konumunda bulunan Bayan Jones’u gösteren resim (şekil 3) desteklemektedir. Resimde sade tek katlı evi, kapısının yanındaki saksıdaki kaktüsü, ev numarasının altındaki kelebek süsünü, ön kapısındaki baklava dilimi şeklindeki pencereleri ve Bayan Jones’un arkasında durduğu metal kapıyı görmekteyiz.

A cartoon of a person waving

Description automatically generated

Şekil 3. Tohby Riddle’dan, The Royal Guest s. 5. Tohby Riddle’ın izniyle.

Anlatının devamında, elinde katlanmış uyku tulumunu taşıyan kraliçe Sydney’e uçakla varır ve Padstow’a giden otobüse bineceği durağa gider. Yolculuk sırasında “aklından ulusa yapacağı konuşmaların üzerinden geçer”. Akşamı Bayan Jones ve arkadaşıyla kart oynayarak geçirir. Ertesi gün, Bayan Jones’un kedisinin hastalığının neden olduğu endişenin ardından Kraliçe, Bayan Jones ve arkadaşıyla birlikte trenle Bayan Jones’un evine dönmeden önce halka bir konuşma yapar. Kraliçe ertesi sabah “televizyondaki çizgi filmlerin sesi” ile uyanır, ancak Jones’un çocukları onu daha fazla rahatsız etmemeleri için dışarı oynamaya gönderilir. Bayan Jones’a, misafirperverliğine karşılık bir teşekkür olarak Kraliçe ona eski taçlarından birini hediye eder ve kitap kraliçenin “Footscrayli Bradley ailesiyle kalacağı”, başka bir işçi sınıfı banliyösü olan Melbourne’a giderek gezisine devam etmesiyle sona erer. The Royal Guest kitabının komedisi, özellikle Kraliçe’nin, serveti, şöhreti ve sosyal sınıfına rağmen işçi sınıfının hayatlarına girişi ile yarattığı uyumsuzluklardan kaynaklanmaktadır. Padstow’a giderken, dondurma yiyen küçük bir çocuğun arkasında ve uyuyan yaşlı bir adamın önünde oturan kraliçe (şekil 4), yaşlı bir kadından ne eksik ne fazla olarak temsil ediliyor ki, onu etrafındaki diğer insanlarla ilişkilendiren, toplu taşımanın bir kolu olan otobüse binmesi de bu durumu kanıtlıyor.

A cartoon of people in a bus

Description automatically generated

Şekil 4. Tohby Riddle’dan, The Royal Guest s. 11. Tohby Riddle’ın izniyle.

Benzer şekilde, Kraliçe, geleneksel kraliyet yaşamıyla ilişkilendirilen davranışlardan son derece farklı fiziksel ve sosyal etkileşimleri olan Jones ailesine uyumsuz bir şekilde dâhil edilmiştir. Bu yüzden Bayan Jones, arkadaşı ve kraliçe mutfak masasının etrafında rahatça oturup kart oynarlar. Bayan Jones Kraliçeyi başbakanla görüşmeye götürürken kraliçe, ailenin hasta kedisini kucağında tutmakla sorumludur ve Jones’un çocukları kraliçenin şişme yatağının ucuna tüneyerek sabah çizgi filmlerini izlerler.

Birbirinden farklı ancak bağlantılı olarak, Jimmy and Pat Meet the Queen ve The Royal Guest kitapları sömürgecilik ve sömürgecilik sonrası dönemlerin kabul görmüş rollerinin çarpıcı değişimlerini ele alırlar. Jimmy and Pat kitabında Kraliçe, ona yabancı olan ve “Walmajarri insanlarının” derin bilgisine karşılık sığ kalan bilgisini ortaya çıkaran bir kültürün ve arazinin içine itilir. Ancak, Kraliçenin bu rahatsız durumunu, Aborjinlerin zorla yurtlarından kopartılıp onların tamamen yabancı oldukları arazilerde yaşamaya zorlandığı hikâyeler gölgede bırakmaktadır. The Royal Guest kitabı, sade komedisini kraliçenin Jones ailesinin tutumlu dünyasına girmesi üzerine kurmaktadır, ancak Riddle 1950’lerin atmosferini kullanarak iki farklı serüvene yer vermektedir: 1954’te taç giyme töreninin ardından genç kraliçenin Avustralya’daki zafer dolu ilerleyişi ve “Zor zamanlardaki” “Kraliçe’nin son ziyareti”. 1954’te Kraliçe’nin etrafını saran insanların hayranlıkları, Padstow’a yaptığı ziyaretin gerçeküstü komedisini gölgeleyerek, İngiltere ile olan geleneksel bağlarından uzaklaşan ve cumhuriyetçiliğe doğru giden toplumsal değişimi gözler önüne serer. Bununla birlikte, 1999 yılında Avustralya’nın, Avustralyalı bir devlet başkanı ile bir cumhuriyet olup olmayacağına ilişkin referandumun Avustralyalılar tarafından onaylanmaması, hızlı toplumsal değişimin yaşandığı bir dönemde sömürgeci geçmişin “güvenlik” ve “güvenilirlik” gibi değerlere ne kadar önem verdiğini örnekler.

Her şeyden önemlisi, her iki kitap da çağdaş Avustralya’daki “Kraliçe” imgesinin köklerinden gelen istikrarsızlığının üzerinde durur. Jimmy and Pat kitabında kraliçe, Avustralya’nın İngiliz hukuk sistemine olan bağımlılığını yansıtan bir ifade olan “Issız Kraliyet Arazisi” şeklinde adlandırılan yasal kategori ile ilişkilendirilir. Jimmy’nin terimleriyle, arazi ıssız değildir (Walmajarri halkına ev sahipliği yapmaktadır) ve arazinin kraliçeye ait olduğu fikri, kraliçenin su kaynaklarının yerini bulamaması nedeniyle gülünçtür. Bu nedenlerle kitapta “kraliçe” imgesi sömürgeci kültür ile Aborjin gelenekleri arasındaki güçlü gerilimleri ifade eder. Jimmy and Pat ve The Royal Guest kitaplarının ikisinde de kraliçe -çöldeki yolculuğunda bir kenara bıraktığı tacı ve Bayan Jones’a hediye ettiği “eski taç” dışında- soyluluk, güç ve sosyal sınıf gibi kavramlardan yoksun ortamlara yerleştirilmiştir. Bu tür göstergeler olmadan kraliçe yalnızca, Jimmy and Pat kitabında biraz beceriksiz bir turist, The Royal Guest, kitabında ise Jones ailesinin geçici bir üyesi olan birisi haline gelir. Bahsi geçen “kraliçe” imgesinin Avustralya’nın Britanya ile olan tarihsel bağlarına ilişkin göstergelerden bu şekilde ayrılması, hem “kraliçe” hem de “Avustralya” kavramlarının yeniden tanımlanmasını gerektirmektedir. Dahl’ın Umpa-Lumpa’ları, onları İngiliz kültüründe uç kesimde bırakan eğlence figürleriyken, Kraliçe merkezden uzaklaştırılır ve Avustralya ve Aborjin kültürlerine uç bir figür olarak yeniden yorumlanır.

Paula Boock’un “Sasscat” kitabı, Yeni Zelanda’dan Britanya’ya yapılan ve sömürgecilik sonrası yerinden edilmenin başka bir biçimini içeren bir yolculuğu konu alır. Sass ve Win Abbott her zaman evlatlık olduklarına inanmayı tercih etmişlerdir. “Evcil Hayvanlar” olarak adlandırdıkları ebeveynleri Madge ve Pete onlara o kadar sıradan, o kadar incelikten ve zevkten yoksun görünmektedir ki, kızlar “Yeni Zelanda’nın arka mahallelerinde düşük gelirli, düşük IQ’lu bir aileye zalimce yerleştirilmiş” oldukları hissini açıklamak için kendilerine ayrıntılı geçmişler uydurmuşlardır (8). Sonrasında, Win’in bebekken evlat edinildiği ortaya çıktığında, Sass dehşet içinde “Evcil Hayvanların” öz kızı olduğunu öğrenir. Bunun sonucunda Win, öz annesini aramak için Londra’ya giderken, Sass ise Win’in dönmesini, Okul Diploması sınavının sonuçlarını, Win ile olan ilişkisine bağlı olmayan bir öznellik duygusu geliştirmesini beklediği bir dönem olan yaz tatili boyunca evde kalır. The House in Norham Gardens kitabındaki Clare’in Yeni Gine kabile üyelerini düşlediği benzer dönem gibi, bu aylar da empati, kendini ortaya koyma ve düşünme yoluyla Sass’ın kendi dünyasında aktif bir özne haline geldiği bir dizi önemli anı içerir.

Sass ve Win arasında, mektuplar ve hikâyeler aracılığıyla aktarılan anlatı, Yeni Zelanda ile Britanya, Arawa (Sass’ın yaşadığı yer) ile Londra, Abbottlar ile Win’in “öteki” ailesi Lowelllar arasında bir dizi karşılaştırma ve zıtlığı temsil eder. Sass’ın “Evcil Hayvanlarla” hapsolmuşluk hissi, merkezden uzak, geri kalmış, dar görüşlü oluğu hissini veren Yeni Zelanda’ya hapsolmuşluğunun metonimik bir ifadesidir. Sass’ın aksine, Win’in annesini keşfetmek için yaptığı uçuş, ona kendi gerçekliğini kanıtlayan bir köken ve soy arayışı, sömürgecilik sonrası ile en çok ilişkilendirilen arayışlardan biridir. Aşağıdaki alıntılarda Win, annesini keşfedişini kaleme alır ve Sass buna yanıt verir:

[Lowell’lar] Chelsea’de yaşıyorlar, orası çok lüks bir yer. Tek bildiğim Edward’ın ‘Şehir’de’, yani finans sektöründe çalıştığı ve ikizlerin (bu özel bir bilgi) devlet okuluna gittiği. Eleanor, tabii anlarsın, çok gençtim ve yapılacak en doğru şey buydu dedi. Lowell ismine bayılıyorum, sence de Abbott’tan çok daha edebi değil mi? Belki de bu, takma adım olabilir… Neyse, yarından sonra Lowell’lar hakkında daha fazla yazacağım. İstersen bunu Evcil Hayvanlara gösterebilirsin, iki kez yazmamış olurum. (42)

Annenin, geçmişte katlandığın diğer tüm annelerden sonsuz derecede üstün olması beni çok mutlu etti… Lowell gerçekten de son on sekiz yıldır çektiğin aşağılık Abbott’tan çok daha edebi, asil, zeki, kültürlü, daha İngiliz, kendini beğenmiş, lanet olası golf oynayan bir soyadı. Elbette seninle bir ilişiği olan kimsenin soyadı değil ancak Abbott da aynı şekilde… Sasha Catriona Abbott (sömürgelerden gelen başka bir gösterişli isimli köylü.) (46)

Win’in Lowell’ları tasviri, Yeni Zelandalı ailesine karşılık Abbott’ların Arawa’daki mütevazı evlerine karşı onların “lüks” Chelsea evleri, Madge ve Pete’in mesleklerine (“temizlikçi” ve “otobüs şoförü”) karşı onların zenginlikleri ve ayrıcalıkları ve Madge ve Pete’in evlerini süsledikleri “berbat Woolworths tablolarına” (13) karşı Win’in “Lowell” ismine yüklediği “edebi değer” olmak üzere bir dizi örtük karşıtlığı açığa çıkarır. Ve elbette bu karşıtlıklar bütünü, sömürgeciliğin merkezi olan Britanya ile sömürge olan Yeni Zelanda arasındaki daha büyük karşıtlığın bir parçasını oluşturmaktadır. Sass’ın yanıtı alaycı bir şekilde Win’in görüşüyle örtüşüyor olsa da, Sass cümle içindeki kavramları çift yönlü bir şekilde yorumlayarak ve Win’in kastettiği anlamı değiştirerek onunla alay etmektedir. Böylece Win’in hayranlık duyduğu “gösteriş”, “Lowell” soyadını “kendini beğenmiş, lanet olası golf oynayan bir soyad” olarak gören Sass tarafından yeniden yorumlanır. Sass’ın, Win’in öz annesini keşfetmesinin yanı sıra “Ana Vatan İngiltere”nin sömürgeci çağrışımlarını da taşıyan “anne” göstergesini ele alış biçimi, Madge’in evlat edinen anne rolünde (Win tarafından suçlulukla geçiştirilen) ve en önemlisi Win’in hiçbir bağı olmadığı bir ismi (öz annesinin kocasının ismini) kendine yakıştırmasında ısrarcıdır. Sass’ın kendini “sömürgelerden gelen başka bir gösterişli isimli köylü” olarak tanımlaması, sömürgenin uçta kalışını kabul ederken aynı zamanda sömürgeci merkezin gösterişiyle alay eden karakteristik bir sömürge sonrası tavırdır. Bu değişim, kendini idrak etmenin, sadece İngiltere’nin atalarından kalma kesin kültüre geri dönüşle sağlanabileceği yönündeki sömürgeci fikri geçersiz kılar. Dahası, Sass’ın Lowell ismini alay edici bir şekilde yorumlaması da “merkez” ve “uçlar” kavramlarının temellerini sarsar.

Romanın sonunda Win, Londra’da iş bulduğu için (ilginçtir ki, Pete’in eski bir arkadaşı aracılığıyla bulur) geçici olarak da olsa Arawa’ya döner. Sass’ın ona sorduğu, hangi ismi (Abbott mı, yoksa Lowell mı?) kullanacağına ilişkin sorusuna Win şu yanıtı verir:

“Abbott,” dedi, “Abbott, Abbott, Abbott.”

Sass hafifçe gülümsedi. “Lowell’ın nesi var?”

“Lowell’ın nesi var?” Win tekrarladı… “Lowell sınıfçı, cinsiyetçi, ırkçı demek. Lowell sert bir tavır takınmak ve gayrimeşru kızını saklamak demek. Lowell, aksanın için ne kadar utanç verici demek canım, ayrıca seni kendilerinden güvenli, utanç verici olmayan bir mesafede tutmak için güzel, bol sıfırlı bir çek de demek. Nihayetinde, kaçtığım için kendimi şanslı sayıyorum. (115)

Win’in Lowell ismine ilişkin gözden geçirdiği yorumu, Sass’ın daha önceki yorumuyla uyuşur ve böylece Sass’ın uçlardan olan bakışına bir üstünlük sağlar. Ancak daha önce merkez ve uç arasındaki karşılaştırmalar (Lowell’ın Abbott’a karşıtlığına odaklanılmış olan) İngiltere ve Yeni Zelanda arasındaki daha büyük karşıtlıklara eklenirken, Win’in Britanya’ya dönme kararı başka bir olasılığı açığa çıkarır. Win’in “eve” dönüşü, kayıp bir anneye giden bir yolculuk değil, Win’in artık zıtlıklar arasında bir seçimle sınırlı olmayan bir kişilik geliştireceği bir yolculuktur. Bu tür bir bireysellik, ögelerin bir karışımını ve akışkanlığını içerir. Yani Win, Londra’da yaşar ve kariyer yaparken aynı zamanda hem Abbott ailesinden hem de bir Yeni Zelandalı olabilir.

Sass’ın kendi iradesini ve karar verme yetisini fark etmesi; Win, ebeveynleri, yeni komşuları Hester ve Jonathan ve mahallenin “zengin çocuğu” olan Trent ile olan etkileşimleri aracılığıyla kendisini ve dünyasını gözden geçirmesini içerir. Anlatının sonu, Sass’ın bilim insanı olma hayalini gerçekleştirebilecek ve NASA’nın genç beyinler için düzenlediği uzay kursuna katılabilecek entelektüel kapasiteye sahip olduğuna dair özgüven veren Okul Diploması sonuçlarını aldığı an etrafında odaklanan bir dizi anlamı bir araya getiriyor: “Sass’ın yüzünde küçük bir gülümseme belirdi. Win sırıttı. ‘Seni NASA’da ziyarete geleceğim, söz veriyorum.” Ve ardından gelen heyecanlı haykırışlar, Hester da dâhil olmak üzere tüm mahallenin gözünü gökyüzüne çevirtti” (108). Bir anlamda, Sasscat kitabının sonu, yetenekli ama özgüvensiz bir ergenin kendine değer vermeyi öğrenmesiyle oldukça geleneksel bir sonuca varıyor, ancak Sass’ın kendini bir astronot olarak yansıtması da sömürgecilik sonrası yolculuğun çağdaş bir yorumunu ortaya koyuyor. NASA’da bir görev elde etme hayali bir dizi otoriter ilişkinin bir diğerinin yerine geçtiğine işaret ediyor gibi görünse de, uzay yolculuğu fikri Yeni Zelanda’nın küçüklüğü ve uzaklığının yanı sıra İngiltere’nin, sömürgeciliğe uğramış bireyler için sömürge sonrası gerçek bir merkez olduğu düşüncesinden kesin bir kopuşu simgeler.

Dahl’ın okurlarını Umpa-Lumpa’ların kendilerini bağlayan zincirleri sevdiğine ikna etme çabasına ve Lively’nin kültürlerini kaybetmiş bir halkın nostaljik görünen temsiline rağmen, sömürgecilik asla bitmiş ve sona ermiş değildir. Dolayısıyla, İngiltere Krallığı’nın eski sömürgeleri üzerindeki etkileri o kadar etkili ve kapsamlıdır ki, “imparatorluğun sonu” diye bir şeyin olması mümkün değildir ve çocuk kitapları kaçınılmaz olarak sömürgeleştirme olaylarını tekrarlamaya ve yeniden ele almaya devam edecektir. En önemlisi, Britanya’nın eski sömürgelerindeki yerlilerin yerlerinden edilmelerinin ve topraklarına el konulmasının etkilerini yaşamaya devam etmeleri ve madun seslerin çocuk okurlara geçmişte bastırılmış veya geçiştirilmiş hikâyeler sunmaya devam etmesi oldukça olasıdır.

Notlar

  1. Irk ve sınıfın bu tür kesişmeleri on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında yaygındı: “T. H. Huxley Doğu Londra yoksullarını Polinezya vahşileriyle karşılaştırdı, William Booth Afrika pigmesini seçti ve William Barry gecekondu mahallelerinin köle gemisinden başka bir şeye benzemediğini düşündü” (McClintock 54). İrlanda’yı ziyaret eden Kingsley, İrlandalı yoksulların şempanzeye benzeyen görünümleri hakkında şu yorumu yapmıştır: “Beyaz şempanzeleri görmek korkunç; eğer siyah olsalardı, insan bunu bu kadar kötü hissetmezdi, ama güneşe maruz kalarak bronzlaştıkları yerler hariç, derileri bizimkiler kadar beyaz” (McClintock 216). Maymunlar genellikle ırk ve sınıf sınırlarında varlıklar olarak görülüyordu, ten renkleri “doğal olarak” siyahları beyazlardan ayırıyordu, ancak hem beyaz hem de beyaz olmayan, “biz “in onların seviyesine nasıl inebileceğine dair bir uyarıcı görevi görecek kadar “biz “e benzeyen melez figürünü özel bir korku sarmıştı.
  2. Dixon, 1964 tarihli orijinal Amerikan baskısında ve 1967 tarihli ilk İngiliz baskında Umpa-Lumpa’ları siyah ve “doğrudan Afrika’dan ithal edilmiş” olarak tasvir ettiğini belirtir, ancak gözden geçirilmiş 1973 baskısında bu referanslar kaldırılmıştır.
  3. Orijinal metinde “Swag” olarak geçen ve “Döşek” olarak çevrilmiş kelime, İngiliz lehçesindeki bir terimden türetilmiştir ve çalılıklar arasında seyahat eden bir yolcunun yatak takımlarını ve kişisel eşyalarını içeren bir bohça veya rulo anlamına gelir.
  4. Saygın İngilizce, Jimmy and Pat kitabında “kartiya (beyaz insan) halkı tarafından konuşulan, uzun kelimeler ve zor ifadeler kullanan bir İngilizce” olarak açıklanmaktadır (30).
  5. “I’ll be buggered” [Tr. hadi be] sözü, halk ağzında istediklerine ulaşamadıklarında söylenen bir ifadedir.

Alıntılanan Eserler

Ashcroft, Bill, Gareth Griffiths ve Helen Tiffin. The Empire Writes Back: Theory and Prac tice in Post-Colonial Literatures. Londra: Routledge, 1989.

Boock, Paula. Sasscat. Melbourne: Hyland House, 1994.

Bradford, Clare. “‘Providence Designed It for a Settlement’: Religious Discourses and Australian Colonial Texts.” Children’s Literature Association Quarterly 24, no. 1 (1999): 4-14.

Cadden, Mike. “Home Is a Matter of Blood, Time, and Genre: Essentialism in Burnett and McKinley.” Ariel 28, no. 1 (1997): 53-67.

Cowlishaw, Gillian. “Studying Aborigines: Changing Canons in Anthropology and His tory.” In Power, Knowledge, and Aborigines. Ed. Bain Attwood and John Arnold. Melbourne: La Trobe University Press, 1992. s. 20-31.

Dahl, Roald. Charlie’nin Çikolata Fabrikası. 1964. Harmondsworth: Penguin, 1973. Dirlik, Arif. “Postkolonyal Aura: Küresel Kapitalizm Çağında Üçüncü Dünya Eleştirisi Konusu

Eleştirisi” In Dangerous Liaisons: Gender, Nation, and Postcolonial Perspectives. Ed. Anne McC!intock, Aamir Mufti, and Ella Shohat. Minneapolis: University of Minnesota Press, 1997. s. 501-28.

Dixon, Bob. Catching Them Young: Political Ideas in Children’.s Fiction. London: Pluto Press,

1977.

Foucault, Michel, “The Order of Discourse.” In Untying the Text: A Post-Structuralist Reader. Ed. Robert Young. Boston: Routledge & Kegan Paul, 1981. Pp. 52-64.

Ghandi, Leela. Postcolonial Theory: A Critical Introduction. Melbourne: Allen & Unwin, 1998.

Hodge, Bob, and Vijay Mishra. Dark Side of the Dream: Australian Literature and the Postcolonial Mind. Sydney: Allen & Unwin, 1991.

Hughes, Thomas. Tom Brown’s Schooklays. 1856. Harmondsworth: Penguin, 1971. Hulme, Peter. Colonial Encounters: Europe and the Native Caribbean 1492-1797. Londra:

Routledge, 1986.

Kingsley, Charles. The Water Babies 1863. London: J. M. Dent, 1973.

Lively, Penelope. The House in Norham Gardens. 1974. Harmondsworth: Penguin, 1986. Lowe, Pat, and Jimmy Pike. Jimmy and Pat Meet the Queen. Broome: Backyard Press, 1997. McClintock, Anne. Imperial Leather: Race, Gender, and Sexuality in the Colonial Contest. New

York ve Londra: Routledge, 1995.

Phillips.Jerry. “The Mem Sahib, the Worthy, the Rajah and His Minions: Some Reflections on the Class Politics of The Secret Garden.” Lion and the Unicorn 17, no. 2 (1993): 168-94.

Pratt, Mary Louise. Imperial Eyes: Travel Writing and Transculturation. Londra ve New York: Routledge, 1992.

Riddle, Tohby. The Royal Guest. Sidney: Hodder & Stoughton, 1993.

Said, Edward: Culture and Imperialism. Londra: Vintage, 1993

—.Orienta/ism.New York: Vintage, 1979.

Stanner, W. E. H. After the Dreaming: Black and White Australians-An Anthropologist’s View.

Sydney: ABC, 1968.

İngilizceden Türkçeye Çeviren: Sena Kula, Sueda Yıldırım

Çeviri Editörü: Mustafa Barut

Çeviri Editörü ve Son Okuyucu: Büşra Yaman

Kaynak Metin: Bradford, C. (2001). The End of Empire? Colonial and Postcolonial Journeys in Children’s Books. Children’s Literature 29, 196-218. https://doi.org/10.1353/chl.0.0796.

Bu yazıyı paylaşın
error: İçerik koruma altındadır!!
Scroll to Top