Zeynep Erbay
“Ömer, hadi uyan! Okula geç kalıyorsun oğlum, kahvaltını yapmadan gidemezsin!”
Annesinin bağırmalarını duymasına duydu ama hiç kalkacak hâli yok Ömer’in. Saate bakıyor, az bir zamanı var. Alnına tutuyor elini, ateşi yok. Dün gece beli açık uyuması onu hasta etmemiş. Oysa ne de çok çabalamıştı hasta olmak için. Mecburen formasını giyiyor, dudakları aşağıya kıvrılmış. Okula gitmek istemiyor, icabında evi de sevdiği söylenemez. Hepsi yeni doğan o mikrop yüzünden! Bir yıla yakın olmasına rağmen hâlâ alışamadı ona. İnsanların bebeğe tatlı demesi hiç mi hiç etkilemiyor Ömer’i. Annesine benziyormuş, hadi oradan! Annesine benzeyen Ömer bir kere. Öteki, sürekli ağlıyor. Durmadan bir şeyler istiyor. Anne babası bu mikroba nasıl dayanıyor hayret ediyor Ömer, ona kalırsa hayat üç kişilik ailesinde daha güzeldi.
Çantasını hazırlıyor yavaş yavaş. Masasında velilerin imzalaması gereken kâğıtlardan var. Annesi bu gece de imzalamadan uyuyakalmış. Mikrobu suçlamak için bir neden daha. Ders programına bakarak ezik büzük kaplanmış defter ve kitaplarını koyuyor çantasına. Ödevleri de kitapları gibi yarım yamalak hâlde. Kendi kendine yapınca pek odaklandığı söylenemez. Yalnızca şıkların etrafına çemberler çiziyor. Anlamış gibi yapmakta ustalaştı artık.
“İki saattir bağırıyorum, neredesin acaba?” Annesinin hafiften sinirlenmiş hâline bakıyor. Babası işe gitmiş. Annesi yorgun görünüyor. Mikrobu kanguruya koymuş. Eğer onu bırakırsa hemen ağlamaya başlıyor da ondan. Minik mutfaklarında bir tezgâha bir masaya dönerek kahvaltılıkları koyuyor hızlıca. Oturduktan sonra minik bir of çekiyor. Kendi çayını koymayı unuttu. Annesi çok sever çay içmeyi. Daha sabahın erken saatleri olmasına rağmen yorgunluğunun esiri olmuş. Mikrobu yavaşça kangurudan ayırıyor ağlamasın diye. Çayının demini koyuyor önce. Mikrop kıpırdanmaya başlıyor. Çay tabağını alıyor raftan. Mikrobun elleri masaya doğru uzanıyor. Çayı masaya koyarken annesi onun elini çekmek istiyor ki yanmasın. Her şey Ömer’in gözlerinin önünde yaşanıyor ancak o ne annesine ne de kardeşine yardım ediyor. Annesi kardeşinin elini çekerken elindeki çay düşüyor. Bardak paramparça. Her parçası bir yana dağılmış şekilde şimdi.
Annesi hemen mikrobu kucağına alıyor. Ömer’e bir bakış atıyor. “Ömer, iyi misin yavrum? Ben şimdi temizlerim buraları. Ah ya. Nasıl elimden kaydı, olacak iş değil. Kardeşini al diğer odaya git ben buraları temizlerken en iyisi. Halı battı. Aa! Okul saati gelmiş. Ben sana sofraya erken gel demedim mi oğlum! Bak başımıza ne işler açıldı. Tamam, tamam. Sen okula git ben hallederim. Hadi iyi dersler. Ah ya.”
Ömer hızlı bir şekilde çıkıyor evden. Annesine cevap vermedi. Verse miydi? “Anne, sorun benim geç kalkmam değil ki. Çayı döken sensin, kağıtlarımı imzalamayan da!” Yok yok. Bunları unutmalı. Söylese bile işler değişmiyor. Kendisi üzülmeye devam ediyor yalnızca. Keşke, keşke ailesi birazcık onunla ilgilenseydi eski günlerdeki gibi. O günler şimdi uzakta gibi geliyor ona, hiç yaşanmamış gibi.
Sınıfa giriyor sessizce. Defter ve kitaplarını masaya koyuyor. Dirseğini koyarak sıraya yaslanıyor. Düşünceler girdabına girdi bile. İlk dersin bitmesini bekliyor, iki, üç… Derken, değişik bir şey oluyor. Gözüne bir şey batmış gibi hissediyor. Açıp kapatırken değişik bir ağrı saplanıyor. Herhalde çok uyuduğumdan, diye düşünüyor. Dayanılacak gibi değil ama dayanıyor. Öğle arasına girdiğinde uykuya teslim ediyor kendini. Gözümü madem açıp kapattığımda açıyor, o zaman hiç açmam düşüncesiyle yapıyor bunu. Uyku tatlı geliyor, acısını biraz dindireceğinden emin.
“Ömer, hoca kalk diyor. Uyansana!” Arkadaşı Bengü’nün sesi bu. Kafasını kaldırmasıyla beraber tüm sınıf ona bakar biçimde buluyor kendini. Meğer ders çoktan başlamış. Bu bakışlarda bir korku tınısı da hissediyor. Herkes bir şaşkın bakıyor ona, öğretmeni hemen koşuyor yanına.
“Ömer! İyi misin, gözün şişmiş!” Sınıfta bir curcuna kopuyor. Ömer’in sol gözü öylesine şişmiş ki, düzgün görebilmesi çok zor. Öğretmeni onu kaptığı gibi müdüre gidiyor, sağlık ekibine haber veriyorlar. Müdürün arabasında bir yolculuk yapıyorlar. Hıphızlı bir yolculuk bu. Her şey o kadar hızlı ki Ömer ne olduğunu kavrayamıyor. Öğretmeni kollarını sarıyor ona, “Ne olduysa düzelecek, ağlama olur mu yavrum.” diyor. Ömer ağladığının bile farkında değil, gözyaşları formasını ıslatınca anlıyor. Korkudan başı dönüyor, etraf bulanıklaşıyor onlar hastaneye girerken. Annesine haber veriyorlar.
Doktorun odasında buluşuyor Ömer ve annesi. Annesi telaştan nasıl geldiğini bile bilmiyor. Kalbi küt küt. Ömer’in ise başı dönüyor, hiç iyi değil. Bir elini öğretmeni tutuyor yanında otururken. Diğer eli ise annesinde. Yanlış bir şeylerin döndüğünden emin ama elinin tutulduğunu bilmek ona güç veriyor.
Doktor, ciddi bir mesele olduğunu çatık kaşlarıyla belli ediyor. Yanındaki asistanıyla fısıldaşıyorlar, tıbbî terimlerden kimse ne dendiğini kestiremiyor, onlar hariç. Mercek ile Ömer’in gözüne dikkatle bakıyor. “Gözüne bir cisim saplanmış. Öğleden sonra kendisini ameliyata almalıyız. Parça fazla küçük. Anında tedaviyi uygulamazsak kalıcı körlüğe yol açabilir.” Ömer’in dudakları aşağıya doğru kıvrılmış. Annesi gözyaşlarını durduramıyor. Öğretmeni ise ne yapması gerektiğini bilemez hâlde annesini sakinleştirmeye çalışıyor.
“Benim oğlum daha çok küçük, hiç yaramaz da değildir. Okulda bir şeyler mi yaptılar anneciğim, ne oldu, söyle bakalım.” Annesi Ömer’e bu soruları sorarken Ömer’den terler akıyor. Ne olduğunu bilmiyor. Her zamanki gibi kalktı, kahvaltısını yaptı, okula gitti… Tabii ya! Kahvaltı! Her yere saçılan cam parçalarını düşündü, gizem çözülmüştü…
Annesi meseleyi hatırlar hatırlamaz kendini suçlamaya başlıyor. Öylesine üzgün ki ayakta durmakta bile zorlanıyor şimdi. Onu hemen koltuğa oturtuyor öğretmen. Alnına vurarak kendi kendiyle konuşuyor. “Bağırdım. Hep bağırdım ona! Masaya geç geliyor diye, okula geç kalıyor diye, ödevlerini geç yapıyor diye… Meğerse ona geç kalan benmişim! Dikkatli olup incelemedim bile bir yerine bir şey oldu mu diye. Suçlu kimse değil, iyi bir anne olamayan bende kabahat!”
Ömer, kendisine bir cevap hakkı doğduğunu düşünerek cevap veriyor, “Anneciğim, suç benim. Ben sana yardım etmeliydim, ama yapmadım.” Birbirlerinin elini tutarak ağlıyorlar. Öğretmenin de gözü doluyor. Ortamın havasını dağıtmak istercesine Ömer’in annesine bir mendil uzatıyor ki biraz olsun toparlansın.
Ameliyat önlüğünü annesi narince ona giydiriyor. Babası hastane odasının berjerine oturmuş, sesinin tonundan anlıyor mutsuzluğunu. Herkeste bir kırgınlık mevcut. Mikrobu babaannelerine bırakmış olmalılar. Odada üç kişiler. Ömer sabah düşündüklerini hatırlıyor. Keşke ailemize üç kişi devam etseydik. Keşke hasta olsam. Keşke onlar benimle ilgilense. Ağlamaya başlıyor sessizce. Hepsi onun suçu. Gözünün ağrısından olduğunu söylüyor ailesine, oysa mesele bambaşka. Ağrısı dinsin diye gözlerini kapatıyor, sol gözü o kadar şişmiş ki kapatmaktan başka bir çaresi kalmıyor. Her yer karanlık şimdi. Annesinin yüzünü düşünüyor, babasını, hatta sevmediği o kardeşini… Kıskançlığının farkına varıyor nihayet. Bunca zaman, kendini boşa yiyip bitirdiğini anlıyor. Pişmanlık hissi tüm vücuduna yayılıyor. Ya ameliyat başarısız geçerse? O parçayı alamazlarsa? Dünyayı göremezse? Ağaçları, çiçekleri, hayvanları… Sevdiği çiçekleri düşünüyor. Nergisler, laleler, papatyalar. Binbir türlü çiçek… Yapraklarını, renk değişimlerini nasıl incelediğini düşünüyor. Annesiyle Emirgân Parkı’na gidip mevsiminde nasıl laleleri izlediklerini hatırlıyor. Ne çok mutlulardı o gün. Tüm bu düşünce sisinin içinde ameliyathane görevlileri Ömer’i almaya geliyor. Ömer nefesini tutuyor.
Nefesini verdiğinde kendisini odada buluyor. Sol gözü bantlı. Annesi ve babası başında toplanmış, gülen gözlerle ona bakıyorlar. Babası ona sarılıyor. Ameliyat başarılı geçmiş, bant ise mikrop kapmasın diye geçici bir süreliğine takılmış. Ömer ağlıyor. Bu sefer üzüntüden değil, sevinçten. Yeniden görebileceği için o kadar mutlu ki! Gördüğü, deneyimlediği, hissettiği her şeye minnettar olması gerektiğinin bilincinde artık. Her gelen rengi kucaklıyor sevgiyle. Dünya daha aydınlık, daha berrak. Görme engellileri düşünüyor. Onlara gökkuşağının tüm renklerini anlatacak, aklındaki ilk iş bu. Karanlığı ışığıyla aydınlatacak. Bu zamana kadar aklına nasıl gelmemiş, hayret ediyor. İnsan başına gelmeyince empati yapamıyormuş. Onlara hissettiklerini, renkleri aktaracak… Kalbinin ışığı tüm odayı aydınlatıyor şimdi.
Biri kapıyı tıklatıyor, gelen babaannesi ve kardeşi. Ellerinde laleler var. Kardeşi elini sallıyor Ömer’e, geçmiş olsun demek için. Bir şeyler mırıldanıyor dili döndüğünce. Minik elini abisinin parmağına sarıyor. Ömer’in kalbi sevgiyle doluyor. Onun sevgisini hep itti bu zamana kadar ama o hiçbir karşılık beklemeden sevdi abisini. Artık o da böyle yapacak. Babaannesi de gelip alnından öpüyor torununun, kucağına lalelerini bırakıyor. Ömer lalelere bakıyor. Gülümsüyor. Görüp deneyimleyebildiği tüm bu ilkbahar renkli lalelerini kucaklıyor şimdi sevgiyle. Ailesi yanında. Hayat güzel.