Efe Nasreddin Hoca ve Felsefe’nin Oluşum Yolculuğu

Necdet Neydim

Nasreddin Hoca kitaplarım ilk başta Düsseldorf’ta bulunan Anadolu Verlag yayınevince yayımlanmıştı. Türkiye’de ise önce İş Kültür Yayınları, sonra Keliem Yayınları ve şimdi de Bilgiyolu Kültür Yayınları yayımladı.

Öncelikle Nasreddin Hoca’nın ne kendisinin ne de fıkralarının salt bir gülmece olduğu düşüncesinde hiç olmadım. Okullarda öğretmenlerin Nasreddin Hoca fıkrası anlatıp “Hadi çocuklar gülün!” komutu aslında işin gülmece olan yanını yansıtıyor; ancak metinlerin içinde mizahın varlığını yadsıyamayız. Mizah ise gülmece olarak çevirisi yapılamayacak bir kavram. Gülmece salt gülme eylemine dönük bir anlamı daha yoğun içerirken; mizah bundan çok daha farklı anlam(lar) içerebilmekte. Mizahın içinde zeka, düşünce, ironi yoğun olarak barınırken gülmece (o amaçla türetilmemiş olsa bile) yoğunluktan yoksunluğu içeriyor.

Çalışmaya başlarken hedef kitlesi olarak Almanya’daki Türk çocuklarını belirlemiştik ama Alman çocukları da kültürel bir karşılaşma yaşayabilirlerdi çünkü kitaplar iki dilli (Almanca-Türkçe) olarak yayımlanacaktı.

Ben öncelikle Almanya’daki Türk çocuklarının Nasreddin Hoca ile karşılaşırken farklı bakış açısını görmelerini ve ondan yola çıkarak felsefi düşüncelerini geliştirebilecekleri düşüncesini öne çıkarmaya çalıştım. İki dilli olduğu için yazdığım altı metin altı ayrı kitap olarak yayımlanmış oldu.

Kitaplardaki metinler ve her metnin kendi oluşum düşüncesi

Efe ve Nasreddin Hoca ilişkisini Efe’nin dedesinin ona armağan ettiği baykuşun canlanıp Efe’yi fantastik bir yolculukla Nasreddin Hoca’nın zamanına götürmesi ve Efe’nin yaşadığı tanıklılar sonrası akıl yürütüp, yaşamında yeni yönlendirmeler oluşturması belirliyordu. Yolculuk aynı zamanda sorunlardan uzaklaşma olarak gerçekleşirken aynı zamanda dönüş de bir yeniden sorgulama, eleştiri olarak ortaya çıkıyordu.

Elli Altın Eden Padişah

Efe’nin okulda yaşadığı temel sorun marka giyim ve buna dönük eşitsizlik ya da dışlanmışlık duygusuydu. Bu onu huzursuz ediyor ve başa çıkamadığı zamanlarda oldukça üzülüyordu.

“-Senin sorunun buydu değil mi? diye sordu baykuş.

-Evet. dedi Efe. Metin hep bütün ilgiyi üzerinde topluyor. Herkes ona çok değer veriyor. Benim marka giysilerim yok. Bu yüzden hiç arkadaşım olmayacak diye korkuyorum.

-Anlıyorum, dedi baykuş. Benimle bir yolcuğa var mısın? diye sordu ardından.

Efe bir kez daha şaşırmıştı.

-Seninle yolculuğa çıkmak mı? Nasıl olacak bu? Hem okul var bir yere gidemem ki. Ya annem babam ne der?

Guguklu saatin baykuşu yerinden uçup Efe’nin omzuna kondu.

– Öyle çabuk gidip geleceğiz ki kimse farkına bile varmayacak, dedi kafasıyla Efe’nin kulağını okşarken.

– Tamam öyleyse ben hazırım, dedi Efe.

– Kapa gözlerini, dedi guguklu saatin baykuşu.

Efe gözlerini kapadı.

– Aç gözlerini dedi guguklu saatin baykuşu.

Efe gözlerini açtı. O da ne? Burası odası değildi. Efe başka bir yerdeydi. Bulundukları yer bir hamamdı ve hamamda iki kişi yıkanıyordu. Biri ak sakallı sevimli bir adamdı. Diğeri bir ayağı aksak yanındaki ihtiyara tepeden bakan biriydi. Hamamın kapısında askerler ve hizmetçiler bekliyordu.

– Tanıdın mı bu iki adamı? Diye sordu baykuş.

-Hayır tanıyamadım. Hem biz neredeyiz kuzum? Bu zaman hangi zamandır? Kıyafetler, askerler, hizmetçiler bizim zamanda böyle şeyler yok. Biz nereye geldik?

-Seninle yüzyıllar öncesine bir yolculuk yaptık, dedi baykuş. Karşında duran iki insandan biri, senin adını çok duyduğun Nasreddin Hoca, diğeri ise Padişah Timur. Şimdi neler olacak seyret.

Efe olanları izlemeye başladı. Nasreddin Hoca ve Timur banyolarını yaptıktan sonra hizmetçiler yanlarına geldi ve yumuşak havlularla onları bir güzel kuruladı. Ardından güzel kokular sürdüler. Giyinirlerken Timur, Nasreddin Hoca’ya döndü ve sordu.

-Hoca, dedi, sence ben kaç para ederim?

Nasreddin Hoca Timur’a baktı, durdu, sakalını kaşıdı, bir daha baktı, düşündü, düşündü ve

– Haşmetlim, dedi, bence siz elli altın edersiniz.

Hamam Timur’un öfkeli sesiyle inledi.

– Sen ne dedin be adam? Benim belimdeki kemer elli altın eder.

Nasreddin Hoca gayet sakin bir şekilde

-Ben de zaten ona fiyat biçmiştim, haşmetlim, dedi.

Tam o sırada yine garip bir şey oldu. Timur’un görüntüsü silindi ve geriye sadece kemer kaldı. Ardından her şey dondu ve tüm görüntü yavaş yavaş yok oldu. Efe yine odasındaydı. Omzundaki guguklu saatin baykuşu onun kulağını okşuyordu.

– Timur, koca bir padişah biliyorsun, dedi. Baykuş; ama kötü bir padişah. Kimse onu sevmiyor.

– Pek sevilmediğini biliyorum, dedi Efe. Onun yerinde olmak istemezdim.

– Çok şık ve pahalı giysiler giyerdi Timur. Muhteşem görünürdü, bu giysilerin içinde.

– Ama Nasreddin Hoca ona elli altın fiyat biçti, diye ekledi Efe. Bunu söyler söylemez yerinden fırladı ve anladım, anladım diye bağırmaya başladı. Hem baykuşun gagasından öpüyor hem de anladım diye dans ediyordu.”

Efe’nin ne anladığını söylemeden metin bitiyor. Buradaki amaç okurun (çocuğun) düşünmesini sağlamak ve onun kendi kararını verebilme becerisini güçlendirmek olmuştu. Değerli olmak, değer kazanmak ve bunlara sahip olmak için kendinde olması gerekenler elbette maddi özellikler değildir. Yine de toplumda bu ölçütlerin varlığı öncelenmeye başlarsa bu durumda ilişkilerdeki öncelikli gerekenler önemsizleşmeye başlar ve toplumsal denge daha çocukluktan bozulmaya başlar.

Geleceği Gören Çocuk

Gözleme değerlendirme ve sonuca varma. Kişi yaşamında tanık olduğu olaylarla ilgili hemen bir yargıya varamaz, varırsa anlamlı olmaz. Kimi zaman gözlem ve sorgulama yeteneği iyi olan kişi olacaklarla ilgili bir yorum yaparsa bunun bir kehanet olduğu söylenir. Oysa asıl mesele verileri doğru toplamak ve bunları bir araya getirip sonuca varmaktır. Bunu yaparken hızlı olmak değil ilkeli ve sistematiğe uygun davranmak önemlidir. Bakmak, gözlemek, ayrıntıları elde etmek, sorgulamak ve sonuca varmak.

“Efe son günlerde dersleriyle ilgilenmez olmuştu. Eve geldiğinde çantasını bir kenara atıyor, ya televizyonun karşısına geçip film seyrediyor; ya da bilgisayarda oyunlar oynuyordu. Film seyrederken, oyun oynarken zamanın nasıl geçtiğinin farkına varmıyor; sonunda yorgun düşüp uykuya dalıyordu. Ödevlerini yetiştiremiyor, bu nedenle son sınavlarından kötü notlar alıyordu. Bu durum öğretmenin dikkatini çekmiş, anne ve babasına yazdığı uyarı mektubunda Efe’nin durumunu anlatmıştı. Mektupta böyle giderse Efe’nin başarısız olacağı söyleniyordu. Bugüne kadar elde ettiği başarılar da yitirilmiş olacaktı.

Anne ve babası duruma üzülmüş ve Efe okuldan geldiğinde onunla konuşmaya karar vermişlerdi. Efe kapıdan girdiğinde anne ve babasının yüzünü görmüş ve bir şeylerin yolunda gitmediğini anlamıştı.

Akşam yemeğinde sofraya oturduklarında kimse bir şey söylemedi. Yemeğin bitmesinin ardından babası Efe’ye yanına oturmasını, onunla bir şey konuşmak istediğini söyledi. Efe tedirgin olmuştu. Önemli bir şey olmasa böyle yapmazdı. Durum ciddi demekti.

Babası öğretmenin gönderdiği mektubu çıkardı ve okudu. Efe önce itiraz edecek oldu ama mektup çok açık yazılmıştı. Efe’nin durumu kötüye gidiyordu.

– Öğretmen nereden biliyor durumun kötü gideceğini. Daha üç ay var okulun bitmesine, çalışır düzeltirim. Hem de kısa zamanda bunu yapabilirim. Ben akıllı bir çocuğum, diye direndi Efe.

– Bak Efe, dedi babası, televizyon seyretmek de bilgisayarında oyun oynamak da senin en doğal hakkın; ancak sen bütün zamanını bunlarla geçiriyorsun ve derslerine yeterli zaman ayırmıyorsun. Böyle giderse, sonunda başarısız olman kaçınılmaz. Bir program yapman gerekiyor. Buna da sen karar vereceksin. Hadi bakalım artık kendini toparla, dedi.

Efe durumu içine sindiremese de odasına doru yola koyuldu. İçinden

– Nereden biliyorlar durumun kötü olacağını, ben akıllıyım, ben yaparım diye düşünüyordu.

Odasına girdi ve yatağına uzandı. Gözlerini tavana dikti ve düşünmeye başladı. Omzuna konan guguklu saatin baykuşu yine kulağını okşamaya başlamıştı.

– Niye her şeyin kötü gideceğini düşünüyorlar, sana güvenmiyorlar mı, diye düşünüyorsun, dedi guguklu saatin baykuşu.

– Evet ben kendime güveniyorum. Doğru yaptığıma eminim. Durum kesinlikle kötüye gitmeyecek, dedi Efe.

– Bize yine bir yolculuk göründü, dedi, guguklu saatin baykuşu.

Gidelim öyleyse, dedi Efe isteksizce.

– Kapa gözlerini! dedi guguklu saatin baykuşu.

Efe gözlerini kapadı

-Aç gözlerini! dedi guguklu saatin baykuşu.

Efe gözlerini açtı.

Bir bahçedeydiler. Kocaman bir ağacın üstünde Nasreddin Hoca oturuyordu. Elinde testere kalın bir dalı kesiyordu.

-Hey! dedi Efe, Nasreddin Hoca oturduğu dalı kesiyor. Biraz sonra düşecek.

– Nerden biliyorsun belki düşmez, dedi guguklu saatin baykuşu.

Tam o sırada oradan geçmekte olan bir köylü Nasreddin Hoca’yı gördü ve

– Hocam bindiğin dalı kesiyorsun biraz sonra düşeceksin, dedi.

– Bir şey olmaz ben ne yaptığımı biliyorum, diye yanıtladı Nasreddin Hoca.

Ama çok geçmeden kalın dal büyük bir çatırtıyla kırıldı ve Nasreddin Hoca yere düştü.

– Böyle olacağı belliydi, dedi Efe.

O sırada Nasreddin Hoca yerinden kalktı ve oflaya puflaya biraz önce onu uyaran adamın peşinden koştu. Seslendi.

– Hey arkadaş! dedi sen uzağı gören bir adamsın düşeceğimi bildin, şimdi ne zaman hasta olacağımı söyle de ona göre tedbirimi alayım.

-Çok saçma dedi Efe. Nasreddin Hoca’nın düşeceğini herkes söyleyebilirdi. Her şey o kadar belli ki. İnsan bindiği dalı keser mi? Keserse düşer.

Görüntü burada dondu ve yavaşça yok oldu. Efe yine odasındaydı ve guguklu saatin baykuşu kulağını okşuyordu.

Efe düşünmeye başladı. Düşündü, düşündü ve

– Anladım, anladım, nerde hata yaptığımı anladım diye dans etmeye başladı.”

Hayatın içinde öyle anlar vardır ki neler olup bittiğini görmek için sadece dikkatli bakmak, gözlemek ve sorgulamak yeter. Sonuçta olacakları görmüşsünüzdür ve doğru olanı yaparsınız ve uyarırsınız. Uyarılan kendini kaptırdığı sürece teslim olmuşsa, yaptığını, sonucunu sorgulamak, gözlemek yeteneğinden yoksunsa ya da düşünme becerisini bir anlığına yitirmişse olanların ve olacakların varlığını izlemek gözlemek ve sonuca varmak onun için imkansıza yakındır, bu durumda sonucu yaşaması onun kendine gelmesi için zorunluluk olabilir ama yine de onun uyarılması en gerekli durumlardan biridir.

Aklını Kullan, Geleceğe Bak!

Hayatımızı etkileyen olaylar vardır. Çoğu zaman bu yaşadıklarımızı, ya da bize yaşatılanları belleğimizden çıkarma konusunda oldukça zorlanırız. Bu aile içinde yaşananlar, söylenenler, davranışlar olabilirken, aynı zamanda sosyal çevremizde yaşadıklarımız da unutulmazlar arasına girebilir. Bunları unutmak elbette zordur; ama onları geçmişimizde yaşanmışlıklar arsında bir yere yerleştirip hayata devam etmek sanırım daha anlamlı olacaktır yoksa onları sürekli yeniden yeniden yaşamak, anımsamak, hesaplaşmayı sürdürmek kişiyi olduğu zamanda patinaj yaptırır. İşte bu kaybettiği bir şeyi sürekli aramak demektir. Bulunur mu? Hayır! O zaman yitirilen ne olur. Zamanda takılı kalmak geleceği kurmayı, hayatı yaşamayı engeller.

“Efe’nin son günlerde aklı bir şeye takılı. Okulda, evde hep kendi kendine konuşuyor. Ne söylediği tam anlaşılmasa da arada bir “keşke” dediği duyuluyor.

Evde anne ve babası; okulda arkadaşları onun niye “keşke dediğini çok merak ediyorlar.

İşte bu keşke sözcüklerinin çoğaldığı bir gün Efe yine odasına geldi, çantasını bir kenara attı ve yatağa uzandı. Gözlerini tavana dikti ve düşünmeye başladı.

Guguklu saatin baykuşu bir süre Efe’yi seyrettikten sonra dayanamadı ve uçup Efe’nin omzuna kondu. Başıyla kulağını okşamaya başladı.

– Biliyor musun dostum, dedi Efe; ama sözünü tamamlamadan guguklu saatin baykuşu

– Evet, biliyorum, hayatında keşkeler öylesine çoğaldı ki ne yapacağını bilemiyorsun, dedi.

– Nasıl da bildin, dedi Efe. Öyle çok yanlışlar yaptım ki, geriye dönüp onları düzeltmek istiyorum; ama dönemiyorum. Keşke bu yanlışları yapmasaydım, diye düşünüyorum. Üzülüyorum.

– Üzülme, dedi guguklu saatin baykuşu, herkes hata yapabilir.

– Peki bunları düzeltmenin bir yolu yok mu? Diye sordu Efe.

– Sanırım seninle bir yolculuğa daha çıkmamız gerekiyor, dedi guguklu saatin baykuşu. Ancak bu kez çok dikkatli olmalısın, çünkü düşündüğün sorun oldukça çok düşünmeyi gerektiriyor. Düşüneceksin ve soru soracaksın!

– Denerim, dedi Efe.

– Hadi öyleyse kapa gözlerini! dedi guguklu saatin baykuşu

Efe gözlerini kapadı

– Aç gözlerini, dedi guguklu saatin baykuşu

Efe gözlerini açtı.

O da ne Nasreddin Hoca’nın evinin önünde duruyorlar. Nasreddin Hoca kapının önünde bir şeyler arar gibi her yere bakınıp duruyor.

– Ne arıyor? Diye sordu Efe.

– Bilmem, dedi guguklu saatin baykuşu

Tam o sırada yoldan geçmekte olan bir adam Hocayı gördü ve yanına geldi.

– Hocam, ne arıyorsun? diye sordu.

– Yüzüğümü kaybettim onu arıyorum, diye yanıtladı Nasreddin Hoca kafasını kaldırmadan.

– Peki yüzüğü nerde kaybettin? diye sordu adam.

– İçerde, diye yanıtladı, Nasreddin Hoca yine kafasını kaldırmadan.

– İyi de Hocam madem içerde kaybettin niye orada aramıyorsun? diye sordu adam.

– Ama orası karanlık, diye yanıtladı Nasreddin Hoca kafasını kaldırarak

Sahne burada dondu ve yavaşça kayboldu.

Efe düşünüyordu. Nasreddin Hoca yüzüğünü içerde kaybetmişti. Ama dışarda arıyordu. Dışarıda bulması imkansızdı çünkü yüzük içerdeydi. İçerde bulması yine imkansızdı çünkü içerisi karanlıktı. Keşke bir el feneri olsaydı diye düşündü. Ama bu kez yüzük belki de bir şeyin altına kaçmış olabilirdi. Yine de bulamazdı. Peki o zaman Nasreddin Hoca niye yüzüğünü aramaya devam ediyordu ki. Bulamayacağı bir şeyi aramak boşuna vakit kaybetmek değil miydi?

Efe kendini düşündü. Kaybettiklerini düşündü. Kaybettikleri için üzülüyordu. Onları arıyor ama bulamıyordu.

– Kaybettiklerim geçmişte kaldı, dedi Efe. Geçmişi geri getirmem mümkün değil.

– Kaybettiklerini aradıkça neler oluyor biliyor musun? Diye sordu guguklu saatin baykuşu

– Biliyorum, bu sefer de yine zaman kaybediyorum, çünkü hep onları düşünüyorum, dedi Efe.

– Nasreddin Hoca yüzüğünü bulabilecek mi? diye sordu guguklu saatin baykuşu.

– Hayır bu imkansız, diye yanıtladı Efe.

– O zaman Hoca’nın ne yapması gerekiyor, diye sordu guguklu saatin baykuşu.

– Bence kendine yeni bir yüzük almalı; ama bu yüzüğünü çok iyi korumalı, kaybetmemeli, diye yanıtladı Efe.

Verdiği cevaba kendisi de şaşırmıştı. Şaşkınlığı geçince gözleri parladı. Yerinden fırladı ve

– Buldum, buldum, ne yapacağımı buldum, diye dans etmeye başladı.”

Bu metinde belleksizlikten söz edilmiyor, aksine unutmaktan daha çok, yaşananları hayatın içinde bir yere koyup yoluna devam etmekten söz ediyor. Bir soruna takılıp yaşanan zamanı elden kaçırmak değil, önemli olan elden kaçacak olanı yakalamak ve bu güçle yola devama yeniden anlam vermek, bunu başardıktan sonra hayata daha güçlü tutunmak kişiye yola devam duygusunu daha güçlü verecektir.

Hiç Hiç midir?

Varlık ve hiçlik. Bu konunun çocuklarla konuşulması elbette çok zordur; ama bir giriş yapmak ve çocuklarla bu konu eğlenerek konuşmak yeni çıkarımlar yapabilme teşvikini yapmak bu metnin önemini ortaya koyuyor.

“- Biliyor musun dostum, dedi Efe; ama sözünü tamamlamadan guguklu saatin baykuşu

– Evet, biliyorum, hayatında sorular öylesine çoğaldı ki ne yapacağını bilemiyorsun, dedi.

– Nasıl da bildin, dedi Efe. Öyle sorular geliyor ki aklıma. Yanıtını bulamayınca üzülüyorum.

-Peki şimdi ne yapıyorsun? diye sordu Baykuş

– Hiiiiiç! Diye yanıtladı Efe.

– Hah! dedi Efe. Şimdi de bu takıldı aklıma.

– Ne takıldı?

-Hiç takıldı. Hiç ne demek? Arkadaşlarım da çok kullanıyor bunu.

– Nasıl kullanıyorlar?

– Aynı benim gibi. Sen soruyorsun, ben hiiiç diyorum.

– Anlamadım.

-Arkadaşıma “ne yapıyorsun? diye soruyorum. Hiiiç! diyor.

– Ne düşünüyorsun? diye soruyorum, hiiiç, diye yanıtlıyor.

– Çantanda ne var? diye soruyorum, hiiiiç, diyor. Söyler misin nedir hiç? Arkadaşlarıma sordum hepsi de hiç hiçtir, dediler. Sence de öyle mi?

Anlaşıldı, dedi Baykuş seninle bir yolculuğa çıkmanın zamanı gelmiş.

Efe’nin omzuna konup kulağını hafifçe okşadı ve hadi! dedi.

Uçtular. Nereye demeyin Nasreddin Hoca’nın zamanına.

Nasreddin Hoca yolda yürüyordu. Ayağına bir anda bir sarmaşık takıldı ve Nasreddin Hoca kendini kurtarmaya çalışırken yuvarlandı, yuvarlandı ve bir bataklığın içinde buldu kendini.

– İmdat, imdaaat! Kurtarın Beniii! diye bağırmaya başladı.

Bağırdıkça bataklığa batıyordu. Çaresizce bağırmaya devam etti. Sonunda sesi kısılmaya başladı. Sadece kendisi duyuyordu artık sesini. Son bir kez yine seslendi. Çamurlar boğazına kadar dayanmıştı. Kimse gelemezse kısa bir süre sonra bataklığın derinlerine doğru bir yolculuğa çıkabilirdi.

Bataklığın kenarına çöken bir adamın ayaklarını gördü ilk önce ardından onun sesini duydu. Bu sadece bir ses değil aynı zamanda çarpıcı bir soruydu:

– Seni kurtarırsam bana ne verirsin?

– Hiç! diye yanıtladı Nasreddin Hoca.

– Peki! dedi adam.

Yerinden doğruldu bir ağaca tırmanıp kuru ve uzun bir dalı kırdı. Aşağı inip Hoca’ya yaklaşıp dalı uzattı. Hoca son bir gayretle dalı tuttu ve adam Hoca’yı bataklığın kıyısına çekti. Hoca derin bir nefes aldı, Üstünü başını temizledi. Sakinleştiğine inandıktan sonra yerinden kalktı ve adama teşekkür edip yürümeye başladı. Bir süre yürüdü. Sonra bir ardına baktı. Bakar bakmaz çok şaşırdı. Adam Nasreddin Hoca’nın arkasından geliyordu. Hoca şaşkın bir şekilde durdu

– Be adam niye geliyorsun arkamdan? diye sordu.

– Sen bana bir şey verecektin. dedi adam sakin bir şekilde.

– Ama ben sana hiç dedim, diye karşılık verdi Hoca.

– Tamam işte ver hiçimi! dedi adam.

– Peki o zaman gel benimle! dedi Nasreddin Hoca.

Yürüdüler. Hiç konuşmadan yürüdüler. Sonunda Hoca’nın evine vardılar. Hoca adama

– Beni burada bekle! dedi.

– Peki! dedi adam ve beklemeye başladı.

Hoca içeri girdi ve çok geçmeden kapıda belirdi. Elinde bir çömlek vardı.

– Gel! dedi adama.

Adam geldi. Nasreddin Hoca çömleği adama doğru uzatarak

– Sok elini içeri! dedi. Adam elini çömleğin içine soktu.

– Sık elini! dedi Nasreddin Hoca. Adam elini sıktı

– Çıkar elini! dedi Nasreddin Hoca. Adam elini çıkardı

– Aç avucunu! dedi Nasreddin Hoca. Adam elini açtı

– Ne var elinde? diye sordu Nasreddin Hoca.

– Hiç! dedi adam

– Tamam o zaman al hiçini ve git! dedi Hoca.

Sahne yine burada durdu ve Efe kendini yatağında buldu. Düşünüyordu. Düşündü, düşündü v sonunda yerinden fırlayıp

– Buldum buldum! diye dans etmeye başladı.”

Çocuklarla yaptığım uygulamalarda “Hiç nedir?” diye sorduğumda hep yokluktan söz ediyorlardı. Oysa “Hiç”in kendi içinde varlık ve yokluk arasında anlamlar içerdiği ama bunu çocuklara anlatmanın henüz erken olduğunu biliyorduk. O nedenle hiçi sorgularken onlara cevap vermek istemediğiniz, örneğin ne düşünürsün? Sorusuna çocuklar “hiiiiç” diye cevapladılar ve bu başka sorulara götürdü bizi. Soruları çocuklar buldular ve bundan çok keyif aldılar. Bu hem düşünme hem de daha derin konulara yönelik sorular sorma isteğini tetikledi ve sonuçta sormanın arayışı en iyi destekleyen eylem olduğunu keşfettiler.

Sonuç olarak şu aşama çalışmanın önemini gösteriyor.

  1. Nasreddin Hoca sadece bir fıkra ve sonuçta bir gülmece değil.
  2. Nasreddin Hoca çocuğun da hayatına dokunan konular içerebilir
  3. Bu metinler çocuğu kendi hayatından yola çıkarak düşünmeye ve sorgulama yönlendirebilir.

Kaynakça

Neydim, Necdet. Efe Nasreddin Hoca ve Felsefe1, Çizen Belen Siperoğlu, Bilgiyolu Kültür Yayınları, İstanbul 2022

Neydim, Necdet. Efe Nasreddin Hoca ve Felsefe2, Çizen Belen Siperoğlu, Bilgiyolu Kültür Yayınları, İstanbul 2022

Bu yazıyı paylaşın
error: İçerik koruma altındadır!!
Scroll to Top