Yasemin Yılmaz Yüksek
Fiziksel farklılıkları olan bireylerin, çocuk edebiyatında hangi özellikleri öne çıkarılarak ele alındığı çok sayıda araştırma ve inceleme makalesinin konusu olmuştur. Çoğunlukla içerik analizinin kullanıldığı bu incelemelerde eserlerin konusunun, karakterlerin nasıl tasvir edildiğinin ve hangi engellilik türünün ele alındığının dökümü yapılmıştır. Belirli yıllar arasında yayımlanmış çocuk kitaplarında hangi engellilik türlerinin öne çıktığı tablolarla verilmiş, okur ve araştırmacılara bütünlüklü künye bilgileri sunulmuştur. Bu çalışmada ise tüm bu içerik analizi yapan araştırmalardan farklı olarak bedenin kültürel anlamda nasıl kodlandığı, toplumsal açıdan “mükemmel” bedenin karşısında engelli bedenin nasıl görüldüğü irdelenmiştir. Bedenin fiziksel varlığının, iktidar mekanizmalarınca belirlenen kültürel ve toplumsal normlar tarafından ikincil sıraya itilmesi, bireyin benlik algısında kırılmaya sebep olmakta, söz konusu engelli bir beden olduğunda ise bu kırılma bireyin toplumsal dışlanmaya maruz kalması ve nihayetinde kendini toplumdan soyutlamasıyla sonuçlanmaktadır.
Toplumun farklı alanlarında, özellikle de okullarda, kapalı topluluklar içinde kendine yer bulmaya çalışan engelli bireylerin karşılaştıkları kabul görmeme, farklı addedilme ve dışlanma deneyimleri, çocuk kitaplarında konu edinilirken farklılıklara sahip bireylerin güçlü yönlerinin öne çıkarılması edebiyatın kapsayıcı rolüne işaret eder. Rekabet kültürü etkisinin iyice hissedildiği, zorbalık eylemlerinin artarak vuku bulduğu yirmi birinci yüzyıl eğitim sisteminde, kurgunun gerçek sorunları çarpıcı bir şekilde ele alan şiirsel diline, çok daha fazla ihtiyaç duyulduğu tartışılmaz. Farkındalıkların koşulsuz kabulünü ve empatiyi mümkün kılan bu dil, Seran Demiral’ın Parmak Uçları (2015), Sevim Ak’ın Dörtgöz (2023) ve Sevin İzgü’nün Rekortmen Tekerlekli Sandalye (2003) eserlerinde okurun karşısına çıkmaktadır. Dahası edebiyatın bu kapsayıcı yaklaşımı, beden politikalarının ötekileştiren, dışlayan ve belirli grupları “normal dışı” olarak kodlayan diline alternatif bir dil üretmektedir.
Giriş
Fiziksel ve zihinsel farklılıkları olan özel gereksinimlere sahip bireylerin yaşamlarını, toplumla ilişkilerini ve mücadelelerini konu edinen engellilik çalışmaları, engelli olma durumunu iki açıdan ele alır. Engelliliği biyolojik bir durum olarak irdeleyen geleneksel yaklaşım, sorun analizine dayanan incelemelerin ardından tıbbi çözümler sunmayı hedefler. Engelli bireylerin maruz kaldığı dışlanma ve hak ihlallerini ön plana çıkarmaya çalışan ikinci yaklaşım ise engelliliği sosyo-kültürel bir yapı içerisinde incelemeyi önceliklendirir. Bu anlayışa göre engellilik, aslında toplumun engelli bireylerin önüne koyduğu engellerden ve devlet aygıtlarının engelli haklarını gözetecek politikalardan yoksun oluşundan kaynaklanmaktadır. Engellilik sosyolojisi çalışan Carol Thomas (2004: 571) da engelliliğin temelde toplumsal baskı, eşitsizlik ve dışlanma etkisiyle şekillendiğini dile getirir. Bu bağlamda engellilik, bireyleri fiziki olarak kısıtlamasından çok öte toplumsal bariyerler yaratan bir mekanizma olarak faaliyet gösterir. Bedensel farklılıkların toplumsal yaşamda doğrudan ya da dolaylı olarak onaylanmama ya da kabul görmeme sebebi olması, bedenin sosyal ve kültürel olarak kodlanması fikrini akla getirmektedir. Bir başka deyişle bedenin “normal” ve “normal dışı” olarak iki karşıt kategoriye yerleştirilmesi, toplumsal yaşamda bireylerin tutumları, devletlerin politikaları ve sivil toplumun rolüyle yakından ilişkilidir. Söz konusu engelli bireyler olduğunda bedeni salt biyolojik bir varlık ya da medikal bir nesne olarak görmek, “yaşantılanan” bedenin deneyimlerini yadsımak, özne olduğunu kabul etmemektir (Aksoy, 2010: 85).
Beden çalışmalarının sıklıkla üzerinde durduğu bir argüman, bedenin yazılı, sözel ve görsel kültür ürünleri aracılığıyla kodlandığı, mükemmel beden algısının toplumda genel kabul gördüğü ve bedensel aksaklıkların dolaylı bir biçimde istenmeyen durum olarak sunulduğudur. Mükemmel beden tasvirlerinin kolaylıkla “normal” bedeni imlediği bu algının temelinde yatan ise sakat, işlevsiz, bütünlüğünü kaybetmiş beden korkusudur (Eşberk, 2017: 183). Fiziksel beden görünür olması dolayısıyla her zaman kendi başına özne olma potansiyeli taşır. Bedenin bir yerde bulunuşu, duruşu, hareketleri içinde bulunduğu kültür ve toplumla birlikte düşünüldüğünde bir temsiliyet yetisini işaret eder. Bireyselleşmiş beden bu yönüyle kamusal olana dair de ipuçları verir. Bu sebeple beden bir taraftan iktidar tarafından tanımlanmaya/sınırlandırılmaya maruz kalırken diğer taraftan kendi bireyselliğini ifade etmeye/var olmaya çalışır. Beden, toplumsal normların üretildiği ve sağlamlaştırıldığı bir çatışma alanı olmanın ötesine geçerek, kendi olarak var olmaya çalışan bir özne olduğunu kabul ettirmek ister. Bu muhalif doğası gereği beden, yüzyıllardır sanatın öncelikli konusu haline gelmiştir. Klasik sanatın kahramanlık, doğurganlık, saflık, yücelik addettiği beden (Yılmaz, 2021: 162), aynı zamanda korkulan, eksik görülen, normal dışı ölçülere ve biçimlere sahip “kötü” varlıkları anlatmak için de kullanılır. İyi/Kötü, tam/eksik, sağlıklı/sağlıksız gibi ikili karşıtlıklara dayanan betimlemeler bedenin özneliğini ve beden üzerinden kurulan ideolojileri sorgulamak için yetersiz kalmaktadır.
Edebiyatın Performatif Bedenleri
Çağdaş sanatın “farklı” beden figürlerini dolaşıma sokmasıyla paralel biçimde edebiyat da toplumda “öteki” ya da “azınlık” olarak görülen “normal dışı” bedenleri kurguda daha görünür kılmaya başladı. Aslında okuma teorilerinin ortaya sürdüğü değişen okur profillerine de bakarak bedenin deneyimlerinin ve yaşanmışlıklarının, bir başka deyişle özne olarak varlığının önem kazandığı söylenebilir. Değişen medya teknolojilerinin okur üzerindeki etkisinden ve farklı okuma edimlerinden bahsedildiği, hatta insan-olmayan varlıklarla dolaşıma giren insan bedeninin “beden-ötesi” (İbrişim, 2019: 88) düşünüldüğü bir dönemde karakterin bedeni, bedensel varlığı neden ikinci plana atılsın? Beden, fiziksel varoluşuyla on yıllardır dil üzerinde kurulan güç dengesini sarsar. Gerek gündelik yaşamda gerek edebiyat metinlerinde belirli söylemler üzerinden bir tarafın “farklı, anormal, dışlanmış” (Acar, 2015: 13) addedilmesi dilin normali belirleme gücüne işaret ederken edebiyat ve sanatta bedenin özne konumuna getirilmesi mevcut dil karşısında yeni bir dil yaratma çabasını gösterir. Normal kabul edilmeyen engelli bedeni, “toplumsal sınıflamada yer aldığı konumuyla sınıfsal beğeninin maddileşmesini temsil eder” (Kara’dan akt. Acar, 2015: 15). Aykırı diliyle sanat ve edebiyat ise bu konumlandırmanın dışına çıkar ve kabul edilmiş normların ezberciliğini ortaya çıkarır.
Sanatta resmin, edebiyatta ise çoğunlukla roman ve öykülerin somutlaştırdığı idealler, söz konusu beden olduğunda sağlıklı, çekici ve işlevsel bedeni tasvir eder. Bu tasvirler gündelik yaşamda normal olanın dil üzerinden gerçekleştiğini bir daha hatırlatmakta ve kalıcı hale gelmesini mümkün kılmaktadır. İdeal beden temsillerinin ters yüz edildiği noktada ise geleneksel edebiyat ve sanat anlayışının dışına çıkan daha kapsayıcı bir tavırdan söz etmek mümkündür. Farklı olanın da normal kabul edilebildiği, tek tipleşmeye karşı ve daha çoğulcu bu tür üretimlerde metnin edebî değeri ve estetiği de ön plana çıkmaktadır.
Dörtgöz (2009)
Sevim Ak’ın Dörtgöz eserinin ana karakteri gözlük takmak istemeyen Deniz isimli bir kız çocuğudur. Deniz için gözlük, onu arkadaşlarından farklı kılan ve alay edilen bir fazlalıktır. Yüzüne bakan arkadaşının öğürmesine ve hatta koşarak ondan uzaklaşmasına sebep olan büyük bir sorundur. Ne var ki roman ayrımcılıktan ve dışlanmadan çok Deniz’in mahalledeki neşe dolu yaşamı, arkadaşları ve komşularıyla ilişkisi etrafında döner. Deniz tam da yaşının özelliklerini yansıtan şekilde, özellikle karşı cinsin ilgisini kaybetmemek için gözlük takmak istemez. Babasının ısrarları karşısında bunalır: “Kandırmaya çalışmaya beni. Yakışmadığını biliyorum… Şu halime bak… Patlak gözlü hafiye! Pimpirik büyükanne! Öff! Herkes alay ediyor benimle” (Ak, 1999: 5).
Ak’ın kullandığı mizahi dil, toplumsal bir sorunun çocuk gerçekliğindeki yansımalarını etkileyici bir şekilde ortaya koyarken çocuk okurun bu sorunu sorunsallaştırmadan düşünmesini sağlamaktadır. Okurun kolay bir şekilde Deniz’le özdeşleşmesi, “engel” ya da “farklılık” olarak algılanan durumun sorgulanmasını mümkün kılmaktadır. Deniz’in bayramlıklarıyla sokakta oynamak istemesi, kısa süre sonra gündelik kıyafetlerin sunduğu rahatlığı tercih edip hoplayıp zıplaması, boyalarla duvarlara resimler çizmesi çocuk okurun bağ kurmasını sağlayacak özellikler olarak karışımıza çıkar. Bu yönüyle eser, okurun engelli karakterleri kendilerine birçok yönden benzeyen “tam ve karmaşık varlıklar” olarak anlamasını önceler (Adomat, 2014). Deniz gözlük takma konusunda babasının tüm açıklamalarına karşı çıkar ancak önemli ve başarılı isimlerin gözlüklü kişiler olduğunu öğrendiğinde gözlüğe karşı beslediği olumsuz yargılardan kurtulur.
“Babam haklıydı. Düşünürler, bilim adamları, ressamlar, yazarlar, devlet büyükleri hep gözlüklüydü. Benim de gözlüğüm var. Hem de bu yaşta” (Ak,1999: 7).
Okurun Deniz’le bağ kurabilmesine benzer şekilde Deniz de kendisiyle benzerlik kurabilecek kişiler arar. Deniz’in gözlük takmakla ilgili çevresinden edindiği ve önceden sahip olduğu yargılar öğrendiği yeni bilgiyle harmanlanır ve gözlük takmak yeni bir anlam kazanır. “Dörtgöz” olmak istenmeyen ya da korkulan bir özellik olmaktan çıkar ve normalleşir.
Beden çalışmaları perspektifinde bakıldığında Deniz’in bedensel bir farklılıktan kaynaklanan dışlanma korkusu bu farklılığın toplum nezdinde kabul gördüğünü anlaması üzerine yerini kabullenmeye bırakır. Önceleri engel olanın sonrasında olumlu bir özellik olarak görülmeye başlaması engelliliğin ve normal olanın akışkan doğası hakkında da fikir verir. Normal olanın ne olduğu, kim tarafından belirlendiği, engel olarak nitelendirilen bir fiziksel farklılığın nasıl bir eksiklik ya da kusur olarak algılandığı sorgulanır. Deniz’in babasından başarılı ve gözlük takan insanları duyunca hissettiği rahatlık bir çocuğun verebileceği gerçekçi bir tepki olup gözlük takmayı idealize etmez. Gözlük takanlar hep/daha başarılıdır indirgemesini kullanmadan kurguya yerleştirilen bu ayrıntı beden çalışmaları açısından oldukça önemlidir. Fiziksel bir farklılığın fazla idealize edildiği metinlerde yazarlar engelli bireyin engelini “düzeltme” güdüsüyle hareket etme riskiyle karşı karşıyadır (Dunn’dan akt. Adomat, “Idealization of Differences”). Sevim Ak’ın gözlük takmayı istenen, arzulanan bir durum olarak gösterme gayretinden uzak durması, eserini gerçekçi kılmış ve engelliliğin bireyin sahip olduğu herhangi bir fiziksel özellik olarak algılanmasını sağlamıştır.
Parmak Uçları (2014)
Yukarıdaki paragrafta üzerinde durulan farklılıkların idealize edilmesi hususu daha belirgin bir şekilde Seran Demiral’ın romanında karşımıza çıkmaktadır. Görme engelli Doğan’ın durumunu bir “kusur” olarak gören babası karşısında annesinin destekçi ve sağduyulu tavrı engelli bireylerin toplum içerisinde maruz kaldıkları acınma, ayıplanma, yok sayılma gibi durumlara net bir karşı duruştur. Genç bir erkek olan oğlunun dışarıda yürürken elini bırakmayan baba figürüne onun bağımsız bir birey olduğunu sık sık hatırlatan, oğlunu engelsiz olan diğer çocuklarından ayrı bir yere konumlandırmayan Sophie, ne Doğan’ın durumunu bir mağduriyet gibi gösterir ne de onun diğer yeteneklerini aşırı idealize eder:
“Evet, bizim gibi değil, bir farkı var. Ama bu bir eksik değil. Gözüyle görmediğini kulağıyla duyacak, parmaklarıyla tanıyacak” (s.20).
Sophie’nin oğlundan utanan eşine karşı net duruşu, aslında daha çok toplumun ön yargılarına ve acımasızlığına karşı bir ses yükseltmedir. Bedensel bir farklılığın “kusur” olarak görülmesi, ayıplanması, dedikodu malzemesi yapılması gibi katı gerçeklerin karşısında bireyin özne olarak var oluşunu ve haklarını öncelik edinen bir bakış açısı sergilemektedir. Sophie, “kör” ya da “görme engelli” gibi kavramlara çok takılmadan Doğan’ın bağımız bir birey olarak var olabilme hakkına odaklanır.
“Aynı anlama geliyor sonuçta. Kör göremeyen demek değil mi? Bu bir hakaret değil, Erkan. Oğlumuz kör ama bu kötü bir şey değil! Bırak da o ruhu körelmiş insanlar kendilerine üzülsünler, bizim çocuğumuza değil!” (s.20).
Parmak Uçları, bedensel farklılığı olan bir bireyle kurula(maya)n ilişkiler etrafında örülmüş bir anlatıdır. Karşısındaki insanların mimiklerini ve duygularını seslerinden anlayan, güzel kavramını dokularla ayırt eden Doğan’ın insanlarla ilişkilerinde tereddüt, çekinme, utanma yoktur. Doğan kendi gerçekleşmesini tamamlamış, iç dünyasında eksiklik hissetmeyen bir bireydir. Anlatının ana karakterlerinden Işık ise anne eksikliğini derinden hisseden, babasının ikinci eşi Yelda Hanım ve kızı Kardelen’e katlanamayan ve tüm bunlara ek olarak ergenlik buhranları içerisinde olan bir kızdır. Kendisiyle baş başa kalmaktan korktuğu için kütüphaneye gitmeyen, etrafında sürekli insanlar olsun diye uğraşan asosyal bir ergen karakteri olarak resmedilmiştir. Evden sinirle çıktığı bir gün yolda görme engelli Doğan ile karşılaşması ise kendini tanımaya başlamasının miladı olarak kabul edilebilir.
“Kaldırımda yürümekte olan Işık, karşısından gelen çocuğa pürdikkat bakıyordu. Elindeki beyaz renkli baston ilgisini çekmişti. Daha evvel görme engelli insanlar gördüğü için bu bastonun ne işe yaradığını biliyordu. Fakat ilk defa kendi yaşlarında bir çocuğun böyle bir bastonla sokakta dolaştığını görüyordu. Garipsemişti” (s.12).
Işık’ın Doğan’la ilk konuşması ve Doğan’da gördüğü “eksiklik” ona “kendisini eksiksiz hissettirecek” olsa da tanıştığı bu yeni insanın onda uyandırdığı duygular ve zihninde oluşan sorular tamamen yenidir. Bir bakıma Işık, uzun zaman sonra ilk defa kendi içine yönelmiş, kendini sorgulamaya ve eleştirmeye başlamıştır. Bir yandan kendisi gibi olmayan birisiyle arkadaş olduğu için kendisini yeni bir dünyanın kapısının eşiğinde buluyor “bir yandan ise ona duyduğu ‘acıma’ hissi nedeniyle kendisini kötü hissediyordu”. Işık’ın bu karmaşık duyguları Doğan’ın kütüphaneye gittiğini öğrenmesiyle daha da karmaşık bir hal alır. Işık daha önce hiç kütüphaneye gitmemiş, o sessiz odada kendi başına kalmaya korkmuştur.
“Herkes, kendi bulunduğu sosyal çevrede, kendi etrafında yer alan insanlar ve onların ortaya koyduklarıyla yetiniyordu. Yeni insanlar, yeni mekanlar, farklı deneyimler…Hatta başlı başına ‘farklılığın’, farklı olmanın kendisi insanı ürkütüyordu” (s.16).
Yüzündeki siyah noktalardan nefret eden, ayna karşısında uzun vakit geçiren, dış görünüşünde hiçbir kusur görmek istemeyen Işık’ın aksine Doğan için “dış görünüşlerin yarattığı önyargılar” yoktur. Oldukça dışa dönük, yeni insanlarla özellikle görebilen kişilerle tanışmaya can atan biridir Doğan. Yaşama ve insan ilişkilerine dair Doğan ve Işık arasındaki bu karşıtlık, anlatının da temel dinamiğidir. Işık’ın kötü duygularla örülü iç dünyası, Doğan’la arkadaşlığı süresince arınır. Kabullenemediği üvey annesini Doğan’a annesi olarak tanıtır. Dahası o güne kadar çevresinde bulunan çok sayıda okul arkadaşıyla gerçek bir arkadaşlık ilişkisi kurmamış olduğunu Doğan’la arkadaşlığı ilerledikçe anlar. Doğan’ı arkadaş olarak kendisi seçmiştir. Işık’ın kendisini başkası üzerinden tanıma ve keşfetme süreci şaşırtıcı, eleştirel ve dönüştürücüdür. Dış görünüşe verdiği aşırı önemi eleştirirken Doğan’la sohbetleri esnasında hayatında nelerin eksikliğini çektiğini ve kimlere haksızlık yaptığını da fark eder. Kendisine ve insanlara dair görmediklerinin hayatını ne kadar olumsuz etkilediğini anladığında Doğan’la kurduğu arkadaşlığa bir kez daha sıkı sarılır:
“Görmemek, estetik duygulardan yoksunluk getirebilirdi belki; bu işin olumsuz yanıydı. Öte taraftan ahlaki yönden daha saf bir yanı da beraberinde getiriyordu. Ayrımların, hiyerarşinin olmadığı aydınlık bir yerin hayali, karanlığın tam da içinden geçiyordu belki” (s.54).
Parmak Uçları bedensel tahakkümün ortadan kalktığı bir karanlıkta insan bakışının yıpratıcı, kategorize edici, ayrımcı doğasını ortaya çıkarır. Doğan’ın parmak uçlarında deneyimlenen dünyası, paylaşım ve karşılıklı anlayış üzerine kuruludur. Işık’ın geçirdiği dönüşüm, bakmanın kusurlarına dikkat çekerken aydınlık-karanlık gibi karşıtlıkları da aşmanın gereğine işaret eder.
Sonuç olarak…
Özellikle fiziksel engeller hakkında kurgulanan hikâyelerde engel teşkil eden durumun dramatize ya da idealize edilmeden verilmesi, metinleri çocuk okurun gerçekliğine uygun hale getirirken yetişkin dünyasının beslediği ayrımcılıkları da geçersiz kılar. Her türlü bedensel farklılığın kişisel bir özellik olarak kabul görmesi, engellilik üzerinde oluşan toplumsal kodların aşılması ile mümkün olacaktır. Bu da engele ya da o engelin yarattığı zorluklara değil de insan ilişkilerine ve deneyimlere vurgu yaparak gerçekleşebilecektir. Gerek Dörtgöz gerek Parmak Uçları, karakterlerin bedensel farklılıklarını hayatlarındaki zorlukların kaynağı olarak göstermekten çok karakterlerin etraflarındaki dünyayla ve insanlarla kurduğu ilişkilere ve yaşam pratiklerine odaklanırlar. Böylece kurgusal olarak yeniden ayrımcılığa uğramamış, belirli kategorilere yerleştirilmemiş daha gerçekçi karakterlerle sayfalarda buluşmak daha sahici bir edebiyat deneyimi sunar.
Kaynakça
Acar, M. T. (2015). XX. Yüzyıl Türk Romanında Engelli Engelli Karakterlerin Küçük Ağa ve Köyün Kamburu Romanları Çerçevesinde Değerlendirilmesi. FSM Vakıf Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, yayımlanmamış yüksek lisans tezi, İstanbul.
Adomat, D. S. (2014). Exploring Issues of Disability in Children’s Literature Discussions. Disability Studies Quarterly, 34(3).
Ak, S. (2009). Dörtgöz. İstanbul: Can Çocuk.
Aksoy, C. S. (2010). Antropolojide beden sorunsalına bedenlileşme teorisinin katkısı. Antropoloji (24), 69-93.
Demiral, S. (2014). Parmak Uçları. İzmir: Tudem.
Eşberk, H. (2017). SAMUEL BECKETT’İN ROCKABY ADLI OYUNUNDA ENGELLİLİK SOSYOLOJİLERİ VE BEDENSEL EDİNİMSELLİKLER. International Journal of Language Academy (5), 4: 181-188. DOI:10.18033/ijla.3696
İbrişim, D. G. (2019). Yasın Antroposantrik Olmayan” Öteki” Hali: Sürgün’de Şiddet ve Acının Beden-ötesi Yolculuğu. Monograf, (11).
Thomas, C. (2004). ―How is disability understood? An examination of sociological approaches. Disability & Society, 19: 569–583. doi:10.1080/0968759042000252506
Yılmaz, B. (2021). Sanatta İdeal Beden İmgesi, Öteki ve İğrençlik Bağlamında Bir Araştırma. Sanat ve İnsan Dergisi (5), 1: 161-168.